Fıkra

https://www.youtube.com/watch?v=kaHjpEpgC8k&list=PLE4LvpwkzPPlFzI8lTclYmxbtwdTYu9El
neat: temiz (clean and polish, neat and tidy)
dont do this to me again veysel !!!
how was your day ?
my shifts are from 3 to 7.
i need a black coat in wool. (yün - ceket)
hold on please. who was that(kimdi)
fluffy (kabarık-gösterişsiz)
take away: dışardan paket yemek
drat: lanet olası
splendid-spectacular-glamorous-gorgeous-terrific-wonderfull
pretend-ing :..-mış gibi yapmak ( i am pretending to be a teacher )
board: binmek ( you will be boarding at 11:00 gate 8. Have a nice trip!)
stow: yerleştirmek ( stow your back overhead locker)
fasten: bağlamak,tutturmak (Fasten your seat belts)
headset:kulaklık
cab:taxi
merrier: cheerful,blissful,merry,
curry: Hint yemeği
oh my heaven !: oh my god !
ten quid:10 Dolar
sparkling wine: köpüklü şarap
what about last night ? dün gece nasıldı ?
pitch: alan (Help me some practise my sales picth)
doll: oyuncak bebek, kafasız kız
i will pick it up in the afternon: onu öğlen alacağım
lie down: yatmak uzanmak
yummiest-delicious
nasty: kötü, pis ( i don't like oxford.All those nasty students)
check out: çıkış yapmak
ferry: feribot
i will have plenty of time: bolca vaktimiz olacak
quay: iskele (when i go to the quays)
The weather this weekend is supposed to be fine.

BUHRANLAR

Buhranlar ve Barışın Yıkılması (1929-1939)
1 Dönemin Özelliği
1919 Versay barışından sonraki on yıllık devrenin başlıca özelliğini belirtmek gerekirse, söyleyeceklerimiz iki noktada toplanır: 1925 Locarno Antlaşmalarına kadar olan devrede, savaş sonrasının sarsıntıları ve barış antlaşmalarının kurduğu düzenin yerleştirilmesi, özellikle Avrupa'da milletlerarası münasebetlerin egemen görüntüsüdür. Locarno ile açılan yumuşama ve işbirliği devresinde ise, barışın devamlı hale getirilmesi için gerekli temellerin kurulması çabaları, yani silahsızlanma çabaları, bütün faaliyetlerin üzerinde toplandığı en önemli nokta olmuştur. Dünya bu şekilde devamlı bir barış için çabalarken, 1929'dan itibaren patlak veren dünya ekonomik buhranı etkilerini, dalga dalga yeryüzünün her köşesine ulaştırmıştır. Bu ekonomik sarsıntılar ise, dünyanın siyasal atmosferini de etkilemiş ve siyasal buhranların peş peşe patlak vermesine ve İİ' inci Dünya Savaşına kadar gidilmesine sebep olmuştur. Japonya'nın 1931 de Mançurya'ya saldırması ise, buhranlar zincirinin ilk halkasını teşkil etmiştir.

2  Japonya'nın Mançurya'ya Saldırması
Mançurya'nın yüzölçümü 1.416.000 km kare ve nüfusu da 1931 de 28-29 milyon kadardı. Mançurya'nın başlıca ekonomik zenginliklerin arasında, tarımda soya fasulyesi ve yağı, ormanlar ve kerestecilik ve maden kömürü en önemli yeri almaktaydı. Dünya soya üretiminin % 63'ü Mançurya'dan çıkıyordu. Ormanları ise 376.000 km. kare olup, bu ormanlardan yılda 4 milyar metre küp kadar kereste elde edilmekteydi. Kömür rezervleri ise 9 milyar ton civarında olup, yılda 9 milyon ton kömür elde edilmekteydi. Bu temel ürünlerin başlıca alıcısı ise Japonya idi. Bu zenginliklerinden ötürü Japonya, daha kalkınıp kuvvetlenmesinin ilk günlerinden itibaren gözlerini Mançurya'ya çevirmişti. 1905 de Rusya'yı ağır bir yenilgiye uğratıp bu devleti Mançurya'dan çıkararak kendisi buraya yerleşince, Japonya Mançurya'da geniş ekonomik faaliyete girişti. Bu memleket üzerindeki ekonomik kontrolünü kuvvetlendirmek için, o zamanlar Avrupa sömürgeciliğinin klasik vasıtası olan demiryolu yapım ve işletmeciliğine başvurdu. Güney Mançurya Demiryolu Şirketi'ni kurmuş ve bu şirket Japonya'nın ekonomik nüfuzunun Mançurya'da dal budak salmasında en önemli rol oynamıştır. Bu şirketin demiryolu yapım ve bakımı için 1905'den 1931'e kadar harcadığı para 262 milyon Yen'i bulmuştur. Şirket sadece demiryolları ile uğraşmamış, gerçek bir kolonizasyon şirketi haline gelmiştir. Mançurya'nın birçok orman ve maden işletmeleri bu şirkete aitti. 1931 de şirketin yatırımlarının toplamı 716 milyon Yen ve ortak olduğu teşebbüslerin yatırımı ise 318 milyon Yen idi. Güney Mançurya Demiryolu Şirketi Mançurya'nın dış ticaretinde de önemli bir rol oynamıştır. Şirket 1929 yılında 501.852.000 Yen kıymetinde satın almada bulunmuş ve bunun % 39 kadarını Japonya'ya, % 26'sını Birleşik Amerika'ya ve geni kalanını da diğer memleketlere ihraç etmiştir. Japonya'nın Mançurya'daki diğer ekonomik faaliyetlerine gelince: Diğer Japon şirketlerinin ve özel teşebbüslerinin Mançurya'daki yatırımları toplamı 554 milyon Yen'i bulmaktaydı. Güney Mançurya Demiryolu Şirketinin yatırımları da hesaba katılınca, Japonya'nın toplam yatırımı 2 milyar Yen'e yaklaşmaktaydı. 1895 de Mançurya'da hiçbir Japon fabrikası mevcut değilken, 1909 da 152, 1914 de 244, 1919 da 450 ve 1929'da da 789 Japon fabrikası vardı. Görülüyor ki, Japonya bu ekonomik faaliyetleri ile Mançuryayı adeta olgun bir meyve haline getirmişti. Bütün mesele, şartların ilk müsait anında bu meyveyi koparmaya kalıyordu ki, bunu da 1931 de yaptı. Fakat Japonya'nın Mançurya'yı ele geçirmesinde Çin'e karşı izlediği politika önemli rol oynamıştır.

B) Japonya ve Çin
1922 Washington deniz silahsızlanması konferansında Çin hakkında imzalanan antlaşmalar ve Çin'e karşı uygulanacak politika konusunda tespit edilen esaslar ve nihayet, Japon deniz kuvvetlerinin sınırlanması, Japonya'nın Çin üzerindeki yayılma emellerini frenleyici nitelikte idi. Bu sebeple, Washington antlaşmaları, Japon iç politikasında etkileri büyük olan ve emperyalist tasarıların yaratıcısı ve savunucusu olan askerleri hiç hoşnut bırakmadı. Lakin iktidarda Liberal Parti (Minseito) bulunduğu için, Japonya 1922'den itibaren Çin'e karşı yumuşak bir politika izlemeye karar verdi. Bu politikanın esası, Çin'in bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı, iç işlerine karışmamak ve iki millet arasında ekonomik yakınlaşma, işbirliği ve dayanışma kurmaktı. Gerçekten Japonya'nın bu yeni ve yumuşak politikası Çin üzerinde de olumlu bir etki yaptı ve Dr. Sun Yat-sen'in liderliğindeki Çinliler Japonya ile bir dayanışma yoluna bile girmek istediler. Japonya'nın bu yumuşak politikası ancak 1927 yılına kadar devam edebildi. Bu tarihte, askerlerin de baskısı ile, liberal hükümet düştü ve yeni kabineyi, müfrit militaristler tarafından desteklenen Giichi Tanaka kurdu. Tanaka'nın ilk işi, Çin'e karşı izlenecek politikayı gözden geçirmek üzere, 1927 Haziran ve Temmuz aylarında askerlerin de katıldığı bir konferans toplamak oldu. Bu konferansın sonunda varılan kararlar Tanaka Memorandumu adını alan bir belge halinde İmparatora sunuldu. Tanaka Memorandumu, Japonya'nın Uzakdoğu'daki varlığı için Çin'in ele geçirilmesini zorunlu görüyor, bunun için de ilk adımın Mançurya'nın ve Moğolistan'ın ele geçirilmesi olduğunu, Japonya'nın bir "kan ve demir" politikası izlemesi gerektiğini, bu politikanın Birleşik Amerika'nın karşı koymasıyla karşılaşabileceğini söylüyor ve "Eğer Çin'i kontrol altına almak istiyorsak, geçmişte Rusya'ya yaptığımız gibi, gelecekte de her şeyden önce Birleşik Amerika'yı ezmemiz lazımdır" diyordu. Memorandum, ayrıca, Japonya'nın 1922 Washington antlaşmalarını imzalamasını da şiddetle tenkit ediyordu. Tanaka'nın tespit etmiş olduğu ve askeri kuvvete dayanan bu sert politikaya Japonya'da pozitif politika denilmiştir. Pozitif politika ile birlikte Japonya'nın Çin ile olan münasebetlerinde çatışmalar başladı. Tanaka ve askerler Chiang Kai-shek ve Kuomintang Partisi liderliğindeki hareketin Çin'i birliğe kavuşturma çabalarını hiç hoş karşılamadılar ve 1927 ve 1928 de Japonya iki defa Shantung'a asker çıkardı. Liberal Partinin tenkitleri sonucu Tanaka, 1929 da başbakanlıktan çekildi ve iktidar yeniden liberallere geçti. Fakat askerler Tanaka politikasının peşini bırakmadı. Liberal Parti üzerinde de baskılar yaparak nüfuzlarını arttırmaya devam ettiler. 1929 ekonomik buhranı askerlere aradığı fırsatı verdi. Zira Avrupa ve Amerika bu buhranın yarattığı sarsıntılarla meşgul bulunuyorlardı. Öte yandan ekonomik buhranın Japonya'da da sarsıntılar yaratması, askerlerin eline yeni bir silah verdi. Barışçı vasıtalarla izlenen ekonomik yayılma politikası, askerlere göre, Japonya'ya bir şey kazandırmamıştı. Kaba bir vasıta olmakla beraber, insan elinin daha kolaylıkla kavrayabileceği ve gayelere erişmekte daha kolaylıkla kullanabileceği Kılıç'a dönmek zorunluydu.

C) Japonya'nın Mançurya'yı İşgali
1931 yılı sonbaharı geldiğinde askerler, Mançurya'yı ele geçirmek için harekete geçmenin zamanı geldiği kanısına vardılar. Çünkü şartlar gayet müsait görünüyordu. Japonya, Mançurya teşebbüsünde özellikle iki devletten çekiniyordu: Sovyet Rusya ve Birleşik Amerika. Çin'de Mareşal Chiang Kai-shek ve Kuomintang Partisinin Nanking'i ele geçirmesi ve duruma hakim olması üzerine, Mançurya diktatörü Chang Hsue-liang, Nanking hükümetine dayanma yoluna gitmiş ve Nanking politikasının izinden giderek hem Sovyet Rusya'ya ve hem de Japonya'ya aleyhtar bir durum almıştı. Sovyetlerin hem Çin ve hem de Mançurya ile münasebetleri iyi değildi. Öte yandan, Sovyetler ancak 1929 yılında Uzakdoğu'daki askeri teşkilatlarını yeni bir düzene sokabilmişlerdi ve bu kuvvet de çok yeniydi. 1931 yılı yazında Mançurya'da Mukden hükümeti ile Japonlar arasında peş peşe çeşitli olaylar ve çatışmalar patlak verince, Japonya'da askerler, daha fazla sabredemeyerek ve sivil hükümetin ihtiyatlı hareketi karşısında teşebbüsü ele alarak, 18 Eylül 1931 gecesi Mukden'in istasyonlarından birinde bir bombanın patlaması sonucu demiryolunun küçük bir kısmının tahrip edilmesi üzerine, 19 Eylülden itibaren Mançurya'nın istilası hareketine giriştiler. Demiryollarını koruma bahanesi ile Japonya'nın zaten Mançurya'da bir askeri kuvveti bulunuyordu. Mukden olayının ertesi gününden itibaren Japonya'dan yeni kuvvetler de gönderilerek, 1932 Martının başında bütün Mançurya işgal edildi. 1 Mart 1932'de, Mukden'de Japon taraftarı Mançuryalı liderlerin katıldığı bir kongre, bağımsız bir Manchukuo Devleti'nin kurulduğunu ilan etti. Kuruluş beyannamesinde, Mançurya'nın sınırları içine, Çin'e ait olan ve Japonların işgalinde bulunmayan Jehol eyaleti de sokulmuştu. Bu durum, Japonya'nın şimdi gözlerini Çin kıtasına da çevirmiş olduğunu gösteriyordu. Japonya, devletlerin durumları dolayısıyla Manchukuo devletini hemen tanımaya cesaret edemedi. Fakat bu, askerleri kızdırdı ve 1932 Mayısında bir hükümet darbesiyle sivil hükümeti düşürdüler. Yeni hükümet, askerler ve emperyalist siviller tarafından kuruldu ve bu yeni hükümet Ağustos ayında bu kukla Manchukuo devletini resmen tanıdı. Gerçekten Manchukuo devleti tamamen Japonların kontrolü altındaydı. Japonya'nın Mançurya'yı işgale başlaması üzerine Çin Milletler Cemiyetine şikayette bulundu. Milletler Cemiyeti, 1933 Şubatına kadar bu mesele ile uğraştı. Lakin bu uğraşma gayet üstünkörü oldu. Bir defa, kimse, Milletler Cemiyeti Paktının 16'ıncı maddesine göre Japonya'yı saldırgan ilan edip sanksiyonların uygulamasına girişmeye cesaret edemedi. İkincisi, Milletler Cemiyeti Konseyine hakim olan büyük devletler, kendileri Japonya'nın karşısına çıkmayı göze alamadıklarından, Çin'le en fazla münasebetlere sahip bulunan Birleşik Amerika'yı öne sürmek istediler. Amerika da bunu fark ettiğinden, "doğmuş olan bebeği" kucağına almamaya özellikle dikkat etti. Böylece Japonya'nın saldırganlığına karşı etkili bir tedbir almak mümkün olmadı. Milletler Cemiyetinin Manchukuo devleti konusunda yaptığı tek iş, Birleşik Amerika tarafından ortaya atılan, Tanımazlık Doktrini'ni kabul etmesi olmuştur. Bu ise, Japonya'yı yayılma ve saldırganlık politikasından vazgeçirebilecek kuvvette bir tedbir olmaktan çok uzaktı. Nitekim Japonya 1933 Şubatında kuzey Çin eyaletlerinden olan Jehol'ü de işgal etti ve Milletler Cemiyetinden bir yardım göremeyen Çin de Japonya ile yaptığı bir anlaşma ile bu işgali de tanımak zorunda kaldı. 27 Mart 1933'de de Japonya Milletler Cemiyetinden çekildi. Japonya'nın Mançurya'yı işgali Sovyet Rusya'yı güç durumda bıraktı. Çünkü 1907 yılında Rusya ile Japonya arasında yapılan bir anlaşma ile Kuzey Mançurya'daki Doğu Çin Demiryolları Rusya'nın elinde kalmıştı. Japonya Mançurya'ya hakim olduktan sonra Sovyet Rusya bu demiryollarının işletilmesinde güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Bu ise kendisini Japonya ile bir çatışmaya götürebilirdi. Bunu da istemediğinden, 1935 Martında bu demiryollarını Manchukuo Devletine satarak burası ile ilgisini kesti. Birleşik Amerika ise, Açık Kapı ülkesinin Manchukuo'da da uygulanması meselesinde Japonya ile devamlı sürtüşmeler içine girdi. Lakin Amerika'nın bu konudaki faaliyet ve çabaları, Açık Kapı ilkesinin Manchukuo'dan tasfiye edilmesini önleyemedi.. Amerika da buna boyun eğmek zorunda kaldı.

3  Almanya'da Nasyonal-Sosyalizm ve Sonuçları
A) Nazi Partisinin İktidara Gelmesi
Daha önce de belirttiğimiz gibi, 1919 Weimar Anayasası ile kurulan Alman Cumhuriyetinin ilk yıllarında, başlangıçta kuvvetli bir sol akım kendisini göstermiş ve özellikle Versay Antlaşmasının doğurduğu tepkiler dolayısıyla, bir süre sonra milliyetçi sağcı akım bu solcu akımın karşısında yer almıştı. Aşırı sağ ve soldan gelen bu hücumlar karşısında Weimar Cumhuriyetinin hükümetleri mutedil sosyalist merkez partilerinden kurulmuş ve bu hükümetler, gerek sağın, gerek solun, çeşitli hükümet darbesi teşebbüslerini başarı ile bertaraf etmeye muvaffak olmuştur. 1924'de Dawes Planı'nın kabulü ile Almanya'nın tamirat borçları nispeten makul bir düzene sokulunca, ekonomik hayat da düzelmeye başladı ve iç politikaya da bir istikrar geldi. Bununla beraber, sağ ve sol akım kuvvetlenmekten, teşkilatlanmaktan ve birbiriyle mücadele etmekten de geri kalmadı. Sosyalist merkezin kuvvetli oluşu, bu iki akımdan herhangi birinin birinci plana geçmesini önlediyse de, memleketin iç ve dış şartları, merkezi gittikçe zayıflattı ve sağcı akımı kuvvetlendirdi. Sonunda Hitler'in Nasyonal-Sosyalist Partisi'ni iktidara götürdü. Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (National-Sozialistische Deutsche Arbeiterpartel) veya kısa adı ile Nazi Partisi'nin başlangıcını, 1918'de Munich'de kurulan Alman İşçi Partisi teşkil eder. Bu parti 1920'de Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi adını almış ve 1920-24 arasının karışıklıklarında sağcı akım içinde sivrilmeye başlamıştır. Fakat Partinin kuvvetlenmesinde, 1919 Eylülünde Alman İşçi Partisine üye olan Adolf Hitler'in, partinin liderliğini ele alması ve mücadeleci faaliyeti başlıca rolü oynamıştır. Nazi Partisi daha ilk kuruluşundan itibaren, hücum kıtaları anlamına gelen SA'lar (Sturn Abteilung) ile militarist bir yapıya dayanmıştır. 1925'de de, partinin kendi polis kuvvetini teşkil eden ve muhafız kıtaları anlamına gelen SS'ler (Schutz Staffeln) teşkil edilmiştir. Her iki teşkilat da, parti toplantılarında, sokak gösterileri ve yürüyüşlerinde ve özellikle komünistlerle mücadele ve çarpışmalarda partinin adeta askeri gücünü teşkil etmiştir. Nazi Partisi 1920-24 arasında bir kuvvet olarak sivrilmiş, fakat 1924-29 arasında ise gittikçe kuvvetten düşmüştür. Bunda memleketin ekonomik şartları büyük rol oynamıştır. Nazi Partisi, 1924 Mayıs seçimlerinde 1.918.000 oy (% 6.6) ve 32 milletvekilliği ile ilk defa Alman parlamentosuna (Reichstag) girmiştir. Lakin Dawes Planının kabulünden sonra yapılan 1924 Aralık seçimlerinde, 309.000 oy (% 3) ve 14 milletvekilliğine düşmüştür. Bundan sonraki 4 yıllık devrede biraz daha zayıflamış ve 1928 Mayıs seçimlerinde ancak 810.000 oy ve 12 milletvekilliği kazanabilmiştir. İlgi çeken bir nokta da, aynı devre içinde komünistlerin de belirli bir oranda gerilemesidir. 1924 Mayıs seçimlerinde Komünist Partisi 62 milletvekilliği kazanmış iken, 1924 Aralık seçimlerinde bu sayı 45'e düşmüş ve 1928 Mayıs seçimlerinde ise biraz yükselerek 54'e çıkmıştır. 1929 dünya ekonomik buhranının Alman ekonomisi üzerindeki kötü etkileri, Nazi Partisine, iktidar yolunu açtı. 1929 yılında endüstri üretimi yarı-yarıya düştü. 15.000 kadar küçüklü büyüklü ticaret firması iflas etti. İşsizlik birdenbire artmaya başladı. 1929'da işsiz sayısı 2 milyon kadar iken, bu sayı 1932'de 6 milyon olacaktır. Bütçe açığını kapatmak için vergilerin yükü artarken, Almanya bir yandan da tamirat borcu ödüyordu. Bu karamsarlık ve kötümserlik havası içinde Versay Antlaşması yine kinlerin üzerinde toplandığı en önemli mesele ve başlıca tartışma konusu oldu. Bu ise Nazi Partisinin silahını kuvvetlendirdi. Nazi Partisinin daha ilk günlerden itibaren kendisine amaç edindiği meselelerin başında Versay Antlaşmasının yok edilmesi, komünist düşmanlığı, Alman ırkının üstünlüğü ve dolayısıyla Yahudi aleyhtarlığı geliyordu. 1925'in doğurduğu şartlar içinde, Nazilerin bu sloganları, birçok aydınları Nazi Partisine çekti. İşsiz üniversiteli Nazi Partisine girdi. Yahudilerin rekabetinden şikayetçi olan avukat, doktor, bankacı, tüccar bu partiye girdi veya bu partiyi destekledi. Vereinigte Stahlwerke Alman çelik tröstünün sahibi Fritz Thyssen, Ruhr'un kömür kralı Emil Kirdof ve Bavyeralı ve Rheinlandlı daha birçok sanayici, komünist düşmanlığı dolayısıyla Nazi Partisine önemli para yardımları yaptılar. Almanya'nın iç durumu tekrar 1919-23 arasındaki şekline dönmüştü. Bu durum karşısında Merkez'in lideri Heinricn Brüning kabinesi merkez partilerini kuvvetlendirmek ve kuvvetli bir hükümet kurmak için 1930 Eylülünde genel seçimlere gitti. Seçimler Nazi Partisi için beklenmedik derecede büyük bir zafer oldu. 1928 seçimlerinde ancak 12 Milletvekili seçtirebilmiş iken, 1930 seçimlerinde 6.407.000 oy (% 18.3) ile 107 milletvekilliği kazandı. Bir merkez partisi olan Sosyal Demokrat Partisinden (143 milletvekili) sonra en kuvvetli parti şimdi Nazi Partisi oluyordu. Komünist Partisi de bu seçimden kuvvetlenerek çıktıysa da, 54 milletvekilliğinden ancak 77'ye yükselebildi. Başbakan Brüning beklediğini elde edememişti. Bunun için, Nazilerin elinden silahını almak amacı ile, Almanya'nın dış politikasını sertleştirdi. Versay Antlaşmasının revizyonunu istedi. Silahsızlanma konferansında daha sert bir durum aldı. Avusturya ile bir gümrük birliğine gitmek istedi ise de, başta Fransa olmak üzere Avrupa'nın şiddetli itirazı ile karşılaşınca bu işten vazgeçmek zorunda kaldı. Brüning'in çabalarına rağmen Nazi partisi daha da kuvvetlenmeye devam etti. 1931 Martında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Nazi Partisi, Mareşal Hindenburg'un karşısına kendi adayı ve parti lideri Adolf Hitler'i çıkardı. Hindenburg'un 18.651.497 (% 49.6) oyuna karşılık Hitler 11.339.446 (% 30.1) ve Komünist Partisinin adayı Thaelmann 4.983.341 (% 13.2) oy aldı. Hindenburg oyların salt çokluğunu alamadığından, Nisan ayında seçim yenilendi. Bu sefer Hindenburg 19.359.983 (% 53) oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Fakat Hitler de oy sayısını 2 milyondan fazla arttırıp 13.418.547 oy (% 36.8) almıştı. Komünist Thaelmann ise 3.7 milyon (% 10.2) oy kazanmıştı. Cumhurbaşkanı Hindenburg, Başbakan Brüning'in de telkini ile, Cumhurbaşkanı olur olmaz bir kararname ile Nazi Partisinin SS ve SA teşkilatlarını kapattı. Fakat bu tedbir Nazilerin kuvvetini etkileyemedi. 1932 Temmuzunda yapılan genel seçimlerde Nazi Partisi 13.745.000 oy ve Reichstag'ın 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak Almanya'nın en büyük partisi oldu. Sosyal Demokratlar 133 milletvekili ile ikinci ve komünistler de 89 milletvekilliği ile üçüncü büyük parti oluyordu. Cumhurbaşkanı Hindenburg, Brüning'i başbakanlıktan uzaklaştırıp, kabineyi kurma görevini eski askerlerden Franz von Papen'a verdi. Von Papen'in Nazi Partisine sempatisi vardı ve bu sebeple Nazi Partisi Von Papen hükümetini destekledi. Von Papen da, SS ve SA'ları yasaklayan kararı derhal yürürlükten kaldırdı. Fakat Von Papen da başbakanlıkta fazla tutunamadı ve Aralık 1932'de Schleicher kabinesi işbaşına geldi. Lakin Schleicher parlamentoda devamlı olarak Nazilerin mukavemetiyle karşılaştı. Öte yandan Von Papen da Hindenburg ve Hitler ile görüşmelerde bulunarak Nazi Partisini iktidara getirmeye çalışıyordu. Von Papen da Schleicher'e cephe almıştı. Çünkü Von Papen'in başbakanlıktan düşmesinde Schleicher önemli rol oynamıştı. Schleicher'in işleri yürütemeyeceğini gören Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'de, başbakanlığı Nazi Partisi lideri Adolf Hitler'e tevdi etti. Nazi Partisi nihayet iktidarı ele geçirmişti. Hitler'in ilk işi Reichstag'ı feshedip seçime gitmek oldu. Bu arada, 1933 Şubatında, Reichstag binasının bir gece esrarlı şartlar altında yanması üzerine, bunun suçunu komünistlere yükleyerek komünistlere karşı gayet sert tedbirler aldı. Fakat 1933 Martında yapılan seçimde Naziler çoğunluğu elde edemediler ve ancak 288 milletvekilliği kazanabildiler. Bunun üzerine Hitler, 24 Mart 1933 de, tevkif edilen komünist ve sosyal demokrat milletvekillerinin hazır bulunmadığı Reichstag'dan, SA ve SS'lerin silahlarının gölgesinde, 4 yıl için olağanüstü yetkiler istedi ve bunu da aldı. Hemen arkasından bütün partileri yasaklayarak Nazi Partisinin diktatörlüğünü kurdu. 1945'e kadar yaşayacak olan Nazi Almanya'sına Hitler İİİ' üncü Reich adını vermiştir. Ona göre, Mukaddes-Roma Germen İmparatorluğu İ' inci Reich, Bismarck'ın 1871'den 1919'a kadar devam eden Almanya'sı da İİ' inci Reich idi. Bundan sonra Almanya'nın Nazileştirilmesi başladı. Nazi Partisi Alman milletinin ekonomik, kültürel ve sosyal hayatının her yönünü kontrol altına aldı. Gençliğin, Nazi Partisinin ideallerine göre disiplinli bir militarist organizasyon içinde yetiştirilmesine gidildi. Sendikalar kaldırılarak, işçi teşekkülleri Nazi Partisine bağlandı. Bütün büyük endüstriler de Nazi Partisinin ve devletin kontrolü altına sokuldu. Nazi Partisi aleyhtarları, komünistler ve Yahudiler tevkif edilerek toplama kamplarına gönderildi. Gizli polis teşkilatı Gestapo (Geheime Staatspolizei) vatandaşın ve toplumun her türlü faaliyetini gözaltına aldı. Hitlerle beraber Almanya'nın dış politikası da hareketlendi. Bunu olayları ve gelişmeleri izlerken kolaylıkla göreceğiz. Hitler'in dış politika faaliyeti üç merhalede gelişmiştir:
1) Versay zincirlerinin kırılması, yani Almanya'nın Versay'ın kayıtlamalarından kurtarılması.
2) Ein Volk, Ein Reich: Bir Millet, Bir Devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi. Yani Almanya'nın sınırları dışında yaşayan bütün Almanların birleştirilmesi ve bir tek devlet altında toplanması.
3) Lebensraum: Hayat Sahası. Bu, Nazi emperyalizminin adı idi. Hitler Almanya'sı Almanların yaşamadığı birçok memleketleri de kendi sınırları içine katma yoluna gidecekti.

B) Nazi Almanya'sına Karşı İlk Tepkiler
Nazi Partisinin Almanya'da iktidara gelmesi, Versay sistemine dayanan anti-revizyonist bütün memleketlerde endişe ile karşılandı. Çünkü bütün bu memleketler yıllardan beri Nazilerin Versay Antlaşmasını ağızlarından düşürmediğini görmüşler ve her gün Versay'a yaptıkları hücumları dinlemişlerdi. Versay'ın iki cephesi vardı. Birincisi Almanya'ya yüklediği, özellikle silahsızlanma alanındaki kayıtlar, ikincisi de yapmış olduğu sınır düzenlemeleri idi. Halbuki bu ikisi birbirine bağlıydı, yoksa birinci kısım sadece Almanya'yı ilgilendiren bir konu değildi. Açıktı ki, silahsızlanma kayıtlarından kurtulan ve silahsızlanan Almanya için, Versay'ın sınır ve toprak sistemini kendi lehine değiştirmek şüphesiz çok daha kolay olacaktı. Bu ihtimal, Versay'ın ortaya çıkardığı ve sınırları içinde bir kısım Almanları da kapsayan küçük devletleri özellikle endişelendirdi. Bu devletlerin başında Küçük Antant devletleri gelmekteydi. Bunun içindir ki, bu devletler aralarındaki işbirliğini daha kuvvetlendirmek için 1933 Şubatında Küçük Antant'ı devamlı bir teşkilat haline getiren bir statü imza etmişlerdir. Almanya'nın Nazi Partisinin egemenliği altına girmesi en fazla Fransa ile Sovyet Rusya'yı korkuttu. Fransa 1919'dan beri Avrupa'da kurmuş olduğu üstünlüğü Versay Antlaşmasına borçlu idi. Çünkü Versay Almanya'nın elini kolunu kıskıvrak bağlamıştı. Hiç şüphe yoktu ki, Nazi Partisinin yıllardan beri tekrarladığı gibi, Almanya'nın ilk işi ellerini Versay'ın kelepçesinden kurtarmak olacaktı. Bu ise Fransa'nın Avrupa'daki üstünlüğünü sona erdirecek bir gelişmeden başka bir şey olamazdı. Sovyet Rusya'ya gelince; Nazi Partisinin, kuruluşundan beri bir yandan Versay sistemine karşı mücadele ederken, bir yandan komünistlerle mücadele etmesi ve Hitler'in iktidara geçer geçmez yaptığı ilk işlerden birinin komünist milletvekillerini tevkif ettirmesi karşısında, Sovyet Rusya'nın gelecek hakkındaki endişelerinin derinliğini anlamak kolaylaşır. 1931-32'de Uzakdoğu'da da Japonya'nın Mançurya'ya yerleşerek Sovyet Rusya'nın sınırlarının dibine gelmesiyle de, Sovyetler iki tehdit arasında sıkışmış oluyorlardı. Bunun içindir ki, Dışişleri Bakanı Litvinov Komünist Partisi Merkez Komitesinde 29 Aralık 1933 günü yaptığı açıklamada, Almanya ile Japonya'ya önemli bir yer ayırmış, Japonya'dan duyulan endişeleri gizlememiş, Alman-Sovyet münasebetlerinin bir yıl öncesine nazaran "tanınmaz" hale geldiğini söylemiş ve Sovyet Rusya'nın Almanya'ya karşı hiçbir saldırgan niyeti olmadığına dair teminat vererek elinden geldiği kadar yumuşak ve yatıştırıcı bir davranış almaya çalışmıştır. Bununla beraber, 1933'e kadar artan bir şekilde gelişen Sovyetlerin Almanya'dan ithalatı, 1933'de global ithalatın % 42.5'i iken 1934'de bu nispet % 12.4'e düşecek ve Sovyet Rusya dış ticaretini İngiltere ile Birleşik Amerika'ya yöneltecektir. Japonya'nın Mançurya'yı işgali Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya'yı aynı tehlike karşısında bıraktığından, Sovyetler Birleşik Amerika'ya daha fazla eğilim göstermişler ve 1933 Ekiminde Amerika'nın Sovyet Rusya'yı resmen tanımasını sağlamışlardır. Öte yandan Sovyetler, kara Avrupa'sında ortaya çıkan Nazi tehlikesine karşı Fransa'ya kaymışlar ve 3'üncü Cumhuriyet Fransa'sının Bismarck Almanya'sına yaptığı gibi, Fransa da bir Fransız-Rus yakınlaşmasını hoşnutlukla karşılamıştır. Hitler'in Versay sistemini yıkmak için giriştiği teşebbüsler karşısında Fransız-Rus yakınlaşması daha da artacak ve 1935 yılında iki devlet arasında bir karşılıklı yardım antlaşması imzalanacaktır. Öte yandan, Nazi Almanya'sı karşısında doğan Fransız-Rus yakınlaşmasının bir diğer sonucu da, gerek Fransa'nın ve gerek İngiltere'nin çabaları sonucu, 1934 Eylülünde,
Sovyetler Birliğinin Milletler Cemiyetine üye olarak kabulü ve Konsey üyeliğine seçilmesidir. İİİ' üncü Reich'ın komünist aleyhtarlığı Sovyetleri, Batı ile ve Batı'nın Sovyet aleyhtarı bir bloğu saydıkları Milletler Cemiyeti ile bir işbirliğine götürüyordu. Nazi Almanya'sından duyduğu korku Fransa'yı, öte yandan, Küçük Antant ile de daha sıkı bağlara ve bu ittifak sistemi ile daha yakından ilgilenmeye götürecektir. Nazi Partisinin iktidara geçmesi, en az Fransa ve Sovyet Rusya kadar Polonya'da da korku uyandırdı. Çünkü Nazi Partisinin Dantzig'deki kolu da yıllardan beri faaliyette bulunuyor ve Dantzig ve Koridor'u Almanya'ya katmak için çaba harcıyordu. Fakat bu korku gerçekleşmedi ve Hitler Polonya ile 26 Ocak 1934'de, iki devlet arasındaki anlaşmazlıkları barışçı vasıtalarla çözme amacını güden bir saldırmazlık deklarasyonu imzaladı. Halbuki bütün Avrupa, Nazilerin iktidara geçmesiyle birlikte Almanya'nın Dantzig ve Koridor meselesini ele almasını beklemekteydi. Hitler'in bunu yapmayışının sebebi, önce Batı tarafındaki işlerle uğraşmaya karar vermesi, Polonya'yı yatıştırmak suretiyle 1921 Fransa-Polonya ittifakını zayıflatmayı düşünmesi ve Avrupa'da Almanya hakkında barışçı izlenimler yaratmak, istemesiydi. Gerçekten 1934 Alman-Polonya deklarasyonu bütün Avrupa'da bir ferahlık uyandırmıştır. Lakin birkaç ay sonra Almanya'nın Avusturya'yı ilhak için yaptığı teşebbüs bu ümitleri çabucak söndürecektir.

C) Almanya'nın Avusturya'yı İlhak Teşebbüsü
Nazi Almanya'sının Versay'a yönelttiği ilk hareketlerden biri 1934 yılında Avusturya'yı ilhak etme (Anschluss) teşebbüsü olmuştur. Bunu da dışarıdan müdahale şeklinde yapmamış, bu işi Avusturya Nazileri vasıtasıyla gerçekleştirmek istemiştir. Avusturya'daki Nazi hareketinin gelişimi Almanya'dakine paralel olmuştur. Almanya'da olduğu gibi Avusturya'da da Nazi hareketi 1929'dan itibaren birdenbire kuvvetlenmeye başlamıştır. 1928'de Avusturya'da ancak 7.000 kadar Nazi varken, 1930'da bu sayı 100.000'e yükselmiştir. Naziler Almanya'da iktidara geçtikten sonra, Avusturya Nazilerini kışkırtmaya ve onlara her türlü yardımı yapmaya başlamışlardır. Daha ilk günden itibaren Münih Radyosu Avusturya aleyhtarı yayınlara girişmiş ve Avusturya hükümetinin Nazilere zulüm yaptığını ileri sürmeye başlamış ve Alman uçakları Avusturya sınırlarına Avusturya aleyhtarı beyannameler atmışlardır. Almanya'nın bu tutumu ve desteği şüphesiz, Avusturya Nazilerine büyük cesaret vermiş ve Naziler ortalığı karıştırmaya ve karışıklıklar çıkarmaya başlamışlardır. Orta Tuna bölgesinde beliren bu Nazi tehlikesi karşısında büyük devletler ve Küçük Antant devletleri Avusturya'yı desteklemişlerdir. Özellikle Faşist İtalya Avusturya'nın arkasında yer almıştır. Avrupa devletlerinin bu müsait durumunu gören Avusturya başbakanı Dr. Engelbert Dollfuss, 1933 Martından itibaren demokratik rejimi bir tarafa bırakarak diktatörlük yoluna gitmiş ve 1933 Haziranında da Nazi Partisini kanun dışı ederek, eyalet meclislerindeki bütün Nazi temsilcilerini azletmiştir. Mussolini İtalya'sı Dollfuss diktatörlüğünü kanadı altına almış ve İtalya, Avusturya ve Macaristan arasında 1934 Martında, aralarında sıkı bir ekonomik ve siyasal işbirliği kuran bir antlaşma imzalanmıştır. Dollfuss diktatörlüğünün içerde ve dışarıda aldığı bu tedbirler Nazileri kesin harekete geçmekten alıkoyamadı. 25 Temmuz 1934 günü, Avusturya polisi üniforması giymiş olan bir grup Nazi, Viyana'daki başbakanlık binasına girerek başbakan Dollfuss'ü öldürdüler ve Nazilerin iktidarı ele almış olduğunu ilan ettiler. Lakin hareket çok az bir kuvvetle ve zayıf bir şekilde yapıldığından, hükümet kuvvetleri derhal duruma hakim oldular. Darbeye teşebbüs eden Naziler derhal tevkif edildi. Bunlardan Dollfuss'ü öldüren Otto Planetta idam sehpasına giderken "Heil Hitler" diye bağırmıştı. Nazilerin başarısız kalan bu hükümet darbesi karşısında Almanya müdahaleye cesaret edemedi. Öte yandan, İtalya da, Almanya'nın bir müdahale ihtimaline karşı Brenner geçidine 200.000 kişilik bir kuvvet yığmıştı. Bu sebeple Hitler Avusturya işini sonraya ve daha müsait bir zamana bırakmaya karar verdi ve Avusturya ile münasebetlerini düzeltmek istedi. 1936 Temmuzunda Avusturya ve Almanya bir anlaşma imzaladılar. Buna göre, Almanya Avusturya'nın bağımsızlık ve egemenliğine saygıyı taahhüt ediyor ve her iki taraf memleketlerindeki Naziler meselesini kendi iç meselesi sayıyordu. Bunun anlamı, birbirlerinin iç işlerine müdahale etmeyecekleri idi. Bununla beraber, Avusturya Almanya'ya karşı daha "Alman" bir politika izleyecekti. Fakat anlaşmanın gizli hükümlerine göre, Avusturya hükümeti Nazilerin faaliyetine müsaade edecek ve "yakın bir gelecekte" Nazilerin de hükümette siyasi sorumluluk almalarına imkan verecekti. Avusturya'yı 1936'da Almanya ile böyle bir anlaşmaya götüren sebep, Almanya'nın 1935'den itibaren Versay hükümlerini kaldırmaya başlaması ve buna karşılık devletlerin de buna etkili bir mukavemet göstermemiş olmasıdır.

Ç) Almanya'nın Versay Kayıtlarından Kurtulması
Hitler, Avusturya'yı Naziler vasıtasıyla ilhak ederek bu toprağı Almanya'ya kazandıramadıysa da, Versay'ın önemli meselelerinden olan Saar bölgesini Alman sınırları içine katmaya muvaffak oldu ve bunu da silah kullanmadan ve kan dökmeden yaptı. Versay Antlaşmasına göre Saar Fransa'ya bırakılmakla beraber burada 20 yıl sonra plebisit yapılacak ve bu toprağın kaderi kesin olarak tayin edilecekti. Bu plebisit 13 Ocak 1935 günü yapıldı ve plebisite katılan 539.000 Saar'lıdan 477.000'i Almanya ile birleşme isteğini açıklayınca 1 Mart 1935'de Saar Almanya'ya teslim edildi. Bu şekilde Almanya Versay'ın bir yükünden kendisini kurtarmış oluyordu. Fakat bundan iki hafta sonra Almanya, Versay Antlaşmasının mecburi askerlik sistemini yasaklayan hükümlerini de feshetti. Hitler, iktidara geçtiği günden itibaren, Versay hükümlerini bir tarafa bırakarak, Almanya'yı gizliden silahlandırmaya karar vermiş ve 1934 yılından itibaren silahlanma faaliyetine girişmişti. 1933 Ekiminde Silahsızlanma Konferansından ve Milletler Cemiyetinden çekilmesinin sebebi buydu. 1 Ekim 1934'e kadar Alman Ordusunun 100.000'den 300.000'e çıkarılmasına karar verilmiş, 26.000 tonluk kruvazörlerin yapımına girişilmiş ve Hava Bakanı Goering'in giriştiği faaliyetlerle sivil havacılık ve hava sporları adı altında uçak yapımına ve askeri pilot yetiştirilmesine başlanmıştı. Bu işler sıkı bir gizlilik içinde cereyan etmesine rağmen, devletler olup bitenleri sezinlemişlerdi. Bunun içindir ki, İngiltere Hükümeti 1 Mart 1935'de yayınladığı bir Beyaz Kitap'ta, silahsızlanma çalışmalarının sonuçsuz kalması ve Almanya'nın da silahlanma faaliyetine girişmesi karşısında, İngiltere'nin de savunma gücünü arttırmaya karar verdiğini açıkladı. Öte yandan Fransa da, Almanya'nın bu silahlanması karşısında ve doğum nispetinin gittikçe düşmesi dolayısıyla, 15 Mart 1935'de, mecburi askerlik süresini uzatan bir kanun kabul etti. Başbakan Flandin, parlamentoda yaptığı konuşmada, bu kanunun sebepleri arasında Almanya'nın silahlanmasını ve 1936'da 200.000 kişilik bir kuvvete sahip olacağını özellikle belirtiyordu. İngiltere ve Fransa'nın bu hareketleri Hitler'e aradığı fırsatı verdi ve Hitler 16 Mart 1935 günü Alman milletine yayınladığı bir demeçte, Versay Antlaşmasıyla Almanya'ya yükletilen silahsızlanmanın diğer devletlerin de silahsızlanması için bir ilk adım teşkil edeceğinin söylenmesine rağmen diğer devletlerin bunu yapmadığını, aksine gittikçe silahlanmaların arttırdığını, bu durum karşısında Alman hükümetinin de "Alman Reich'ının bütünlüğünü korumak", Almanya'ya karşı "milletlerarası saygıyı sağlamak" ve genel barışın garantisi olmak üzere, mecburi askerlik sistemini ihdas ettiğini açıkladı. Aynı gün yayınlanan kanuna göre Almanya'nın 36 tümenden mürekkep 12 Kolorduluk bir kuvveti olacaktı ki, bu yaklaşık olarak 550.000 asker demekti. Bu suretle Almanya, Versay'ın en ağır zincirlerinden birinden ellerini kurtarmış oluyordu. Almanya'nın Versay Antlaşmasının en önemli hükümlerini tek taraflı olarak feshetmesi bütün devletlerde endişe yarattı. Fransa ve İngiltere Almanya'yı protesto ettiler. Fransa'nın protestosu çok daha sert oldu. İngiltere Dışişleri Bakanı Berlin'i, Varşova'yı, Moskova'yı ve Prag'ı ziyaret ederek, Almanya ile bir uzlaşma sağlamaya ve diğerlerinin de endişelerini yatıştırmaya çalıştı. Fakat Almanya'nın bu hareketi karşılıksız bırakılmadı ve Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 14 Nisan 1935'de Stresa Anlaşmaları imzalandı. Almanya'ya karşı ortak bir cephe kuran bu anlaşmalar, Almanya'nın hareketini protesto ediyor, Locarno Anlaşmalarına olan bağlılığı belirtiyor ve Avusturya'nın bağımsızlığını koruma amacını ifade ediyordu. Bununla beraber Almanya'nın silahlanma teşebbüsü karşısında İngiltere daha realist bir tedbire başvurmuş görünüyor. İİ' inci Relch zamanındaki İngiliz-Alman deniz silahları yarışının tekrar canlanmasından ve Almanya'nın denizlerde tekrar kuvvetlenmesinden endişe eden İngiltere, Alman deniz kuvvetini sınırlamak ve bu konuda Almanya ile anlaşmak istedi. 18 Haziran 1935'de teati edilen notalarla, Almanya deniz kuvvetini İngiltere'ninkinin % 35'inin üstüne çıkarmamayı kabul etti. Yalnız İngiltere Almanya'nın denizaltı gemileri yapmasını kabul ediyordu ki, Versay Antlaşması Almanya'ya denizaltı gemileri yapımını yasaklamıştı. Stresa'da kurulan cephe birliğinden sonra gelen bu anlaşma Fransa'da hayretle karşılandı. Stresa cephesi yıkılmış ve Versay sisteminin temeli çökmüştü. İngiliz-Alman anlaşması İngiltere'nin bundan sonra Nazi Almanya'sına karşı uygulayacağı yatıştırma politikasının başlangıcını teşkil eder. Esasında İngiltere'nin Almanya'ya karşı gösterdiği bu davranış, Fransa'nın Nazi Almanya'sına karşı başvurduğu tedbirlerle yakından ilgiliydi. Nazi Almanya'sı ortaya çıktıktan sonra ve özellikle 1934 Ekiminde Dışişleri Bakanlığına gelen Pierre Laval ile birlikte, Fransız-İtalyan münasebetleri hızla gelişti. Fransa İtalya'ya daha fazla kaydı ve 1935 Ocak ayında iki devlet arasında Laval-Mussolini Anlaşmaları denen anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalar iki devletin sömürgelerinde bazı düzenlemeler yapıyor ve Avusturya'nın bağımsızlığını garanti altına alıyordu. Küçük Antant devletleri de Laval-Mussolini anlaşmalarından hoşnut kaldı. Laval, bir yandan İtalya ile bir yakınlaşma kurarken, öte yandan da Almanya ile münasebetleri yumuşatmak ve Alman silahsızlanmasını etkisiz kılacak garantiler sağlamak istedi. İngiltere'nin de kabulünü elde ettikten sonra, 1935 Şubatında Almanya'ya, İtalya ve Belçika'nın da katılmasıyla beş devlet arasında bir Hava Lokarno'su imzasını teklif etti. Buna göre, taraflardan birinin havadan bir saldırıya uğraması halinde, diğerleri ona bütün hava gücü ile yardım edeceklerdi. Yani bir hava saldırısına karşı birbirlerine garanti veriyorlardı. Fransa'nın bundan amacı, Alman hava kuvvetlerinin bir saldırısına karşı İtalya ve İngiltere'nin yardımını sağlamaktı. Lakin aynı zamanda bu teklifin kapsadığı anlam da şuydu ki, Versay Antlaşması yasaklamış olduğu halde, Almanya'nın hava kuvvetine sahip olması resmen kabul edilmiş oluyordu. Almanya bu teklife yan çizdi ve arkasından 16 Mart 1935'de mecburi askerlik sistemini kabul ile kara kuvvetlerini arttırdı. Fransa Almanya ile bir anlaşma sağlayamayınca, Sovyet Rusya'ya döndü. Esasına bakılırsa, Almanya'da Nazizmin iktidara gelmesiyle birlikte Fransa bir Fransız-Sovyet ittifakını düşünmüş ve onun için Sovyet Rusya'ya birdenbire yaklaşmıştı. Lakin İngiltere 1894 Fransız-Rus ittifakının tekrar canlanmasını istemedi. Çünkü böyle bir ittifak kara Avrupa'sında Fransa'ya bir üstünlük sağlayacak ve İngiltere'nin denge politikasına aykırı düşecekti. İngiltere'nin bu itirazını gidermek için Fransa, bir Doğu Lokarno'su planını ortaya attı. Fransa, Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Finlandiya, Baltık memleketleri ve Sovyet Rusya arasında imzalanacak olan paktın ana noktası şuradaydı: 1925 Lokarno'suna Sovyet Rusya da teminatçı devlet olarak katılacak ve adı geçen bütün doğu devletlerinin sınırları garanti altına alınacaktı. Fransa 1934 yazında bu planı ilgili devletlere bildirdi. Sovyet Rusya, İngiltere ve İtalya bunu hoşnutlukla karşıladılar. Fakat Almanya ile, Sovyetlerle münasebetleri iyi olmayan Polonya, bu planı maskelenmiş bir Fransız-Rus ittifakı olarak gördüklerinden, reddettiler. İşin gerçeği aranırsa, Fransa da bu karışık kombinezon ile, Almanya ile olan sınırlarını Sovyet Rusya'nın garantisi altına sokmak istiyordu. Doğu Lokarno'su projesi başarı kazanamayınca, Fransız Hava Lokarno'su projesinin üstüne düştüyse de, gördüğümüz gibi, o da olumlu bir sonuca ulaşamadı. Bunun üzerine Fransa 2 Mayıs 1935 de Sovyet Rusya ile ikili bir ittifak imzaladı. Karşılıklı Yardım Paktı adını alan bu ittifaka göre, taraflardan biri bir Avrupa devletinin saldırısına uğrama tehdidi ve tehlikesi karşısında kalırsa, taraflar, alınacak tedbirler konusunda derhal birbirlerine danışacaklardır. Eğer taraflardan biri, kendisinin kışkırtması olmaksızın, bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, diğer taraf bütün gücü ile öbür tarafın derhal yardımına gidecektir. Antlaşmadaki "Avrupa devleti" kaydı, açıktır ki, Almanya'yı birinci planda göz önünde tutmaktaydı ve ayrıca, bir Sovyet-Japon çatışması halinde Fransa'yı Sovyet Rusya'nın yardımına gitme zorunluluğundan kurtarmaktaydı. 16 Mayıs 1935'de Çekoslovakya ile Sovyet Rusya arasında da aynı nitelikte bir ittifak imzalandı. Yalnız bu ittifakın özelliği, Çekoslovakya ile Sovyet Rusya arasındaki karşılıklı yardım taahhüdünün işlemesinin, ancak Fransa'nın da yardıma gelmesine bağlanmış olmasıydı. Bu suretle ittifak üçlü bir şekil kazanmış olmaktaydı. Fransız-Sovyet ittifakı Almanya tarafından tepki fakat endişe ile de karşılandı. Hitler 21 Mayıs 1935 de Reichstag'da verdiği söylevde, bu ittifakı 1925 Lokarno Anlaşmalarına aykırı buldu. Fransız-Sovyet ittifakı İngiltere'nin de canını sıktığından, Almanya'yı yumuşatmak ve deniz silahlanmasını frenlemek için 18 Haziran 1935 anlaşmasını yaptı. Fakat İngiliz-Alman anlaşması da İngiltere ile Fransa'nın birbirlerinden uzaklaşmalarının ve Avrupa gelişmeleri karşısında ayrı yollar izlemelerinin de başlangıcı oldu. Halbuki birkaç ay sonra çıkan İtalya-Habeş savaşı ile Avrupa büyük bir buhran içine giriyordu ve bir İngiliz-Fransız işbirliğine her zamandan fazla ihtiyaç vardı. Bu işbirliğinin kurulmaması Faşist İtalya ile Nazi Almanya'sının işine yaradı. Bu sebeple 1935 yılı İngiltere ile Fransa'nın birbirinden ayrılması ile Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sının birbirine yaklaşmasında bir dönüm noktasını meydana getirmiştir. Fransız-Rus ittifakı karşısında Almanya Lokarno Anlaşmalarını hemen feshetmek yoluna gitmedi. Bunu İtalya-Habeş buhranından faydalanarak yapacak ve ayrıca Versay'ın diğer hükümleri de ortadan kaldıracaktır.

4  İtalya'nın Habeşistan'ı İşgali
A) İtalya ve Habeşistan
İtalya, Habeşistan ile XIX' uncu yüzyılın sonlarında ilgilenmiş, bu ülkeyi ele geçirmek istemiş, lakin başarısızlığa uğramıştı. Faşizmin iktidara gelmesinden sonra İtalya'nın karşılaştığı ekonomik problemler, bakışlarını ve ihtiraslarını tekrar bu toprağa yöneltti. İ' inci Dünya Savaşından sonra İtalya önemli bir nüfus problemi ile karşı karşıya geldi. 40 milyonluk İtalya'nın nüfusu yılda 700.000 artmaktaydı. 1932 de yapılan hesaplara göre, bundan sonraki 15 yıl içinde İtalya'nın nüfusu 8-10 milyon daha artacak ve 50 milyonu bulacaktı. Halbuki İtalya'nın kıt'a toprakları, Fransa, İspanya ve Almanya'nın yarısı kadardı. İ' inci Dünya Savaşından önce İtalya bu probleme bir çare bulmuş ve her yıl yarım milyon kadar İtalyan başta Birleşik Amerika olmak üzere başka memleketlere göç etmekteydi. Lakin savaştan sonra Amerika dışarıdan gelen göçlere karşı ağır sınırlamalar koydu. İkinci ekonomik mesele, İtalyan endüstrisinin ham madde kaynakları idi. İtalya kuvvetli bir endüstriye sahip, lakin bu endüstrinin ham madde kaynakları bakımından tamamen dışarıya bağlı idi. Kömür ve petrol ve diğer esas madenler bakımından durum böyleydi. Üçüncü olarak, 1929 dünya ekonomik buhranı bütün memleketleri autarcie'ye yani kendi kendine yeterlik, kendi yağı ile kavrulma politikasına götürmüştü. Bu, milletlerarası ticaretten adeta kapalı ekonomiye dönüş demekti. Bu durum, tabii kaynakları zayıf olan İtalya üzerinde büyük etki yaptı. 1929'dan itibaren İtalyan ekonomisi sarsıntılar içine girmeye başladı. Bütçe ve dış ticaret dengesi devamlı açık veriyordu.  Bu ekonomik etkenler İtalya'yı, el değmemiş zenginliklere sahip olan Habeşistan'a doğru itti. Habeşistan'a yönelişte, Doğu Afrika'daki İtalyan sömürgeleri Eritre ve Somali'nin Habeşistan'la olan münasebetleri de rol oynadı. Bu iki İtalyan sömürgesinin Habeşistan'la olan sınırları ve Habeşistan'ın bu iki sömürge arasında sıkışmış bulunması, bu memleketin İtalya'nın eline düşmesinde kolaylaştırıcı bir faktör olarak görünmekteydi. Buna karşılık, Habeşistan'ın İ' inci Dünya Savaşından sonra geçirdiği iç gelişmeler de İtalya için endişe verici olmaya başlamıştı. 1916 da Habeşistan imparator naibliğine Ras Tafari Makonnen geçmiş ve 1930'da da imparator olarak İ' inci Haile Selassie adını almıştı. Haile Selassie Habeşistan'ın başına geçtiği andan itibaren İngiltere ve Fransa'ya dayanarak, memleketi batılılaştırmak için birçok teşebbüslere girişmiş ve memleketin ilkel görüntüsünü değiştirmeye başlamıştı. Yani Habeşistan kuvvetleniyordu. Halbuki Habeşistan'ın Eritre ve Somali ile olan sınırlarında olaylar hiç eksik olmuyordu. Ayrıca Habeşistan'ın küçük bir mahreçten başka denizle hiçbir bağlantısının olmaması, denize çıkma konusunda, Eritre ve Somali üzerinde bir baskı yaratıyordu. İtalya, kendisinin Avrupa'da herhangi bir buhranla meşgul bulunmasından yararlanan Habeşistan'ın Eritre ve Somali'yi ele geçirmesinden endişe etmekteydi. Şu halde Habeşistan daha fazla kuvvetlenmeden İtalya bu meseleyi kendi lehine çözümlemeliydi. Öte yandan, özellikle İngiltere'nin Habeşistan konusundaki tutumu da İtalya'yı cesaretlendirmişti. İngiltere Habeşistan'ın, Mavi Nil'in kaynağını teşkil eden Tana Gölü bölgesiyle ilgilenmekteydi ki, bu da Habeşistan gibi geniş bir toprağın küçük bir kısmını teşkil etmekteydi. Bunun için İngiltere, 1891, 1894, 1906 ve nihayet 1925 de İtalya ile yaptığı anlaşmalarla, İtalya'nın Habeşistan'daki özel menfaatlerini tanımıştı ki, öncelikle sonuncu anlaşma İtalya'nın kararını kesinleştirmiştir. Bunun içindir ki, Mussolini 1935 de, "1925 yılındadır ki, Habeşistan meselesini ele almaya başladım" demiştir. Bundan sonra İtalya Habeşistan üzerinde harekete geçmek için müsait zamanı beklemeye başlamıştır. 1929 ekonomik buhranının İtalya için yarattığı sıkıntılar, 1931 de Japonya'nın Mançuryaya saldırması karşısında Milletler Cemiyetinin bir şey yapamaması, Almanya'da Nazizmin iktidarı ile Orta Avrupa'da Alman üstünlüğünün belirmesi ihtimali ve Almanya'nın Versay kayıtlarından kurtulma çabalarının İngiltere ve Fransa tarafından gereken şiddette bir tepki ile karşılanamaması, Mussolini'nin aradığı müsait zamanın işaretleri olmuştur. Avrupa'nın bu durumu karşısında, Mussolini, Avrupa dışı bir alanda toprak ele geçirme teşebbüsünün, engelleyici bir tepki ile karşılaşmayacağını hesaplamıştır. Bunun için de 1935 yılını seçmiştir. Çünkü görmüştür ki, Almanya'nın silahlanması karşısında İngiltere hareketsiz kalmayacak ve o da silahlanma yoluna gidecektir. Halbuki, her şeye rağmen, Habeşistan teşebbüsünde İngiltere'den çekinmekteydi. Şu halde İngiltere askeri gücünü arttırmadan ve özellikle Akdeniz'de daha fazla kuvvetlenmeden teşebbüse girişmeliydi. Mussolini için ikinci bir tehlike, bir İngiliz-Fransız bloğu karşısında kalması ihtimaliydi. Fakat Almanya'nın daha 1934 yılında silahlanmaya başlaması üzerine Fransa İtalya'ya kayınca bu tehlike de bertaraf edildi. İki devlet arasında 7 Ocak 1935 de Mussolini-Laval Anlaşması veya Roma Anlaşmaları denen anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalarla İtalya Tunus üzerindeki iddialarından vazgeçiyor, Avusturya'nın bağımsızlığı teminat altına alınıyor, iki devlet Almanya'nın silahlanması karşısında ortak harekete karar veriyor ve Afrika'daki sömürgeleri konusunda bazı ufak tefek düzenlemeler yapılıyordu. Bu anlaşmalarda Habeşistan hiç söz konusu olmamıştır. Lakin sonraki gelişmeler göstermiştir ki, Mussolini ile Laval arasındaki görüşmelerde Habeşistan da bahis konusu olmuş ve Laval Fransa'nın bu konudaki ilgisizliğini açıklamıştır. Roma Anlaşmalarının imzalandığı gün Mussolini'nin General de Bono'yu Eritre Yüksek Komiserliğine tayin etmiş olması bu bakımdan ilgi çekicidir. 1935 Nisanında İngiltere, Fransa ve İtalya arasında yapılan ve Almanya'nın silahlanmasının görüşüldüğü Stresa Konferansı, Mussolini'nin harekete geçme kararını kesinleştirmiştir. Mussolini bu konferansta görmüştür ki, bu iki devletin dikkati Avrupa üzerinde toplanmıştır ve Almanya'ya karşı bu iki devlete yaptığı hizmet karşılığında Habeşistan'ı ilhak ederse, herhangi bir tepki ile karşılaşmayacaktır.  Bu şartlar içinde artık Mussolini zarlarını atabilirdi.

B) İtalya'nın Habeşistan'a Saldırması ve Devletler
İtalya'nın Habeşistan'ı istilaya gitmesini sağlayacak sebep 1934 Aralık ayında ortaya çıkmıştı. Habeşistan-Somali sınırında bulunan Walwal'de Habeş ve İtalyan askerler arasında 5 Aralık 1934 günü çarpışmalar ve her iki taraftan da ölenler oldu. İtalya Habeşistan'dan tazminat isteyip Habeşistan da buna yanaşmayınca olay büyüdü. Habeşistan meseleyi Milletler Cemiyetine götürdü. Milletler Cemiyeti aylarca süren incelemeler sonunda, 1935 Eylülünde, her iki tarafın da suçsuz olduğuna karar verdi. Bu karar İtalya'yı tatmin etmedi. Daha doğrusu tatmin olunmak istemedi. Bu arada İngiltere, Habeşistan'dan bir kısım toprağın İtalyan Somalisine katılması esası üzerinden bir uzlaştırma formülü ileri sürdüyse de, İtalya bunu da kabul etmedi. Milletler Cemiyeti meseleyi yeniden ele almaya karar verdiği bir sırada, 3 Ekim 1935 günü, İtalyan uçakları kuzey Habeşistan'daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı istilaya başladı. Her iki şehir de üç gün sonra İtalyanların eline geçti. Adowa'nın işgali ile İtalya 1896 yenilgisinin intikamını alıyordu. Milletler Cemiyeti İtalya'nın bu saldırısı karşısında, Mançurya meselesinde olduğundan daha enerjik davrandı ve İtalya'nın saldırgan olduğuna ve bu sebeple de Paktın 16'ıncı maddesinde öngörülen zorlama tedbirlerinin uygulanmasına karar verdi. Buna göre, İtalya'ya, silah, stratejik malzeme ve maddeler satılmayacak ve kredi açılmayacaktı. Yalnız bu maddelerden petrol, demir ve kömür istisna edilmişti. Milletler Cemiyetinin karar verdiği bu sanksiyonlara petrol ve kömür de sokulmuş olsaydı, İtalya'nın savaşı yürütmesi mümkün olmayacaktı. Lakin İtalya bir tehditte bulunmuş, petrol ve kömürün sanksiyonlara dahil edilmesi halinde, bu sanksiyonları kendisine uygulayan devletlerle savaşa kadar gidebileceğini söylemişti. Sanksiyonlara dahil edilen diğer maddelerin ise, İtalya'nın savaş gücü üzerinde etkileyici bir niteliği yoktu. Milletler Cemiyetinin kabul ettiği sanksiyonlar bütün küçük devletler tarafından desteklenmişti. Küçük devletler, barışın korunması garantisini Milletler Cemiyetinin kolektif güvenlik sisteminde bulmaktaydılar. Lakin İtalya'ya karşı kabul edilen sanksiyonların işleyebilmesi ve etkili olabilmesi ise ancak büyük devletlerin davranışına bağlı idi. Özellikle İngiltere ile Fransa'nın ortak hareketi önemliydi. İki devlet arasındaki bu ortak hareket ise kurulamadı. Çünkü Fransa Roma Anlaşmaları ile İtalya'yı zaten serbest bırakmıştı. Bunun için, sanksiyonlar meselesinde Fransa gayet gevşek davrandı. Sovyet Rusya ve diğer küçük devletler zorlama tedbirleri içine petrolün de sokulmasını istedikleri zaman Fransa buna karşı geldi. Bununla da yetinmeyip, İngiltere'nin de İtalya'ya karşı sert harekete girişmesini önlemeye ve frenlemeye çalıştı. Fransa'nın bu durumu karşısında İngiltere de gerçekten ileri gitmeye cesaret edemedi. Esasında İtalya'nın Habeşistan'a yerleşmesi üç bakımdan İngiltere için bir tehlike ortaya çıkarıyordu. Bir defa, Habeşistan'ı ele geçiren İtalya Nil nehrinin önemli bir kaynağını da kontrolü altına almış olacaktı. Nil'in kollarından Mavi Nil, Habeşistan'daki Tana gölünden çıkmaktaydı. İkincisi, İtalya'nın Habeşistan'a saldırması İtalya'nın Akdeniz'deki deniz gücünü de ortaya çıkardı. Yıllardan beri Akdeniz'de deniz üstünlüğünü elinde tutan İngiltere şimdi kuvvetli bir rakiple karşı karşıya kalıyordu. Üçüncüsü, Habeşistan'a yerleşen İtalya, Kızıldeniz'in Hint Okyanusuna çıkış kapısına da egemen bir duruma geçecekti. İngiltere'nin imparatorluk menfaatleri bu derece önemli tehdit ve tehlike ihtimalleri ile karşılaşmasına rağmen, Fransa'nın yatıştırma politikası İngiltere'yi de frenledi. Belki Almanya ile Birleşik Amerika, özellikle ekonomik zorlama tedbirleri konusunda İngiltere'ye destek olabilirlerdi. Fakat bu da mümkün olmadı. İtalyan-Habeş savaşının çıkmasını Almanya kendi yararı için kullandı ve 1936 Martında, Versay'ın, Ren bölgesinin askerlikten tecrit edilmesine ait hükümlerini ilga etti. Üstelik bu buhran sırasında Almanya ve İtalya birbirlerine yaklaştılar ve Berlin-Roma Mihveri kuruldu. Birleşik Amerika'ya gelince: 1933'den itibaren Avrupa'nın buhranlar içine sürüklenmesi karşısında Birleşik Amerika, Avrupa diplomasisinin bu buhranları içine sürüklenmekten korkmuş ve infirat politikasına daha fazla bağlanmıştır. Bunun için de 1935 Ağustosunda Tarafsızlık Kanunu'nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre, bir savaş halinde, Başkan, savaşan taraflara silah ve malzeme satılmasını yasaklayabilirdi. Amerika İtalya-Habeş savaşına bu kanunu uyguladı. Bu ise, Habeşistan'ın Amerika'dan silah satın almasını imkansız kıldı ki, sonuç olarak, Tarafsızlık Kanunu İtalya'nın işine yaradı. Fransa, Almanya ve Birleşik Amerika'nın bu durumları İngiltere'nin öne atılmasını engelledi. İngiltere, Fransa'yı da beraberinde götürebildiği kadar, Milletler Cemiyeti ile işbirliği yapma politikasını tercih etti. Bununla beraber, İtalya-Habeş savaşının İngiltere'nin Akdeniz deki politikası üzerinde bazı etkileri oldu. İtalya'nın zorlama tedbirleri konusunda küçük devletleri tehdit etmesi üzerine, İngiltere ile Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye birbirlerine karşılıklı garantiler verdiler. Herhangi birinin bir saldırıya uğraması halinde birbirlerine yardım vaat ettiler. İkinci olarak, İngiltere Mısır ile anlaşma yoluna gitti ve Ağustos 1936 ittifakı ile Mısır'ın tarin bağımsızlığını kabul ederek, Süveyş Kanalı bölgesi hariç, Mısır'dan tamamen çekildi.

C) İtalya'nın Habeşistan'ı İlhakı
Milletler Cemiyetinin ve büyük devletlerin zorlama tedbirleri konusunda etkili ve ortak bir cephe kuramaması, politik şartlar bakımından İtalya'nın işini çok kolaylaştırdı. Çünkü İtalya'nın hareket serbestisi engellenemediği gibi, Habeşistan'a bir yardım yapılması ve mukavemetinin kuvvetlendirilmesi de mümkün olmadı. İş yine Habeşistan'ın kendisine düştü. Gerçekten, gayet zayıf ve hatta ilkel silahlarla çarpışmalarına rağmen, Habeşler İtalyanlar karşısında çabucak ezilmedi. Fakat İtalyanlar en modern silahları kullanıyorlardı. Hatta bir ara Habeşlere karşı zehirli gaz bile kullandılar. Buna rağmen ancak yedi aylık bir savaştan sonra Habeşistan'ı işgale muvaffak olabildiler. 2 Mayıs 1936 da Habeş İmparatoru Haile Selassie bir İngiliz gemisiyle memleketini terk edip İngiltere'ye sığınmak zorunda kaldı. 5 Mayısta Adisababa İtalyanlar tarafından işgal edildi. 9 Mayısta da Habeşistan'ın İtalya'ya ilhakı ilan edilip, İtalya Kralı aynı zamanda Habeşistan İmparator'u unvanını aldı. Böylece, bütün dünyanın gözü önünde Milletler Cemiyetinin bir üyesi, başka bir üyenin Paktın teminatı altında bulunan bağımsızlık ve egemenliğini ve varlığını ortadan kaldırdı.

Ç) Almanya'nın Ren Bölgesine Askerini Sokması
Almanya, 2 Mayıs 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Lokarno Antlaşmalarına aykırı olduğunu ileri sürmekle beraber, bu anlaşmaları hemen fesih yoluna gitmemişti. Çünkü, bir defa, Fransız-Sovyet ittifakının Fransız parlamentosunca onaylanmayacağını tahmin ediyordu. Bundan başka, Versay'ın silahsızlanmaya ait hükümlerinin ilgasının arkasından, bir de Lokarno anlaşmalarını feshedecek olursa, Avrupa'daki tepkiler daha şiddetli olabilirdi. Fransız hükümeti Fransız-Sovyet ittifakını 9 Şubat 1936 da Meclis'in onaylanmasına sundu. Meclis 27 Şubata kadar yaptığı tartışmalardan sonra, 27 Şubatta bu ittifakı onayladı. Bu olay Almanya'ya, Versay'ın kayıtlarından kurtulmak için yeni bir fırsat verdi. 7 Mart 1936 da İngiltere, Fransa ve İtalya'ya verdiği aynı metinli notalarda, Fransız-Sovyet ittifakının gerek Milletler Cemiyeti Paktının hükümlerine, gerek Lokarno anlaşmalarının ruhuna aykırı olduğunu, çünkü, bu ittifaka göre bir Sovyet-Alman çatışması halinde Fransa'nın, Milletler Cemiyeti kararını beklemeden Almanya'ya karşı savaşa geçmek zorunda olduğunu, bunun da Milletler Cemiyeti Paktına aykırı olduğunu, bu sebeplerle Almanya'nın da kendisini artık Lokarno anlaşmaları ile bağlı saymayıp, batı sınırlarının güvenliğini ve savunmasını garanti altına almak üzere Ren Bölgesi üzerinde tam egemenliğini tesis etmeye karar verdiğini bildirdi. Aynı gün Alman askerleri Versay Antlaşması ile askerlikten tecrit edilmiş Ren bölgesine girmeye başladılar. Almanya bu suretle Versay'ın ağır bir yükünü daha sırtından atmış olmaktaydı. Almanya bu işi yaparken zamanı çok iyi seçmişti. Milletler Cemiyeti İtalya-Habeş buhranı ile meşguldü. Bu buhran içinde İngiltere ile İtalya arasındaki münasebetlerin bozulması, Roma anlaşmaları ile İtalya'yı serbest bırakan Fransa'nın İngiltere ile birlikte hareket etmemesi sonucu İngiliz-Fransız münasebetlerinin gevşemesi, Almanya'ya karşı kurulan Stresa Cephesini parçalamıştı. Almanya'nın Ren boylarına tekrar askerini sokması en fazla Fransa'da tepki uyandırdı. Şimdi Fransa'nın kuzeyinde silahlanmış ve tahkim edilmiş bir cephe ve silahlanmış bir Almanya ortaya çıkıyordu ki, bu Fransa'nın güvenliğini zayıflatacak bir gelişmeydi. Ayrıca, şimdi Fransa bütün dikkatini bu tarafa yöneltmek zorunda kalacağından, kurmuş olduğu ittifak sistemlerini kuvvetle desteklemesi ve bu sistemleri işletebilmesi de kolay olmayacaktı. Kısacası Avrupa'daki Fransız üstünlüğü ve kuvvetler dengesi artık büyük bir değişiklik geçiriyordu. Lakin Almanya'nın yapmış olduğu bir manevra, İngiltere ve Amerika'nın ve hatta birçok devletlerin tepkilerini yumuşattı. Almanya 7 Mart notasında. Lokarno anlaşmalarını feshettikten sonra, birçok barışçı teklifler de ileri sürmüştü. Bunlar, Batı sınırlarında Almanya ve Fransa ile Belçika topraklarında askerlikten tecrit edilmiş bölgelerin kurulması, Hollanda'nın da dahil olmasıyla, Hollanda, Belçika, Fransa ve Almanya arasında 25 yıllık bir saldırmazlık paktının imzası ve İngiltere ile İtalya'nın da bu paktı garanti etmesi, Almanya'nın doğu komşuları ile saldırmazlık paktı imzalaması, eşitlik haklarının ve bütün Alman topraklarında Almanya'nın egemenliğinin tanınması şartıyla Almanya'nın yeniden Milletler Cemiyetine girmesi idi. Bu barışçı teklifler dolayısıyla İngiltere Fransa kadar ileri gitmeye yanaşmadı ve Almanya'nın Versay'a aykırı olan bu hareketi Milletler Cemiyetine havale edildi. Milletler Cemiyeti Almanya'nın Versay Antlaşmasına aykırı hareket ettiğini ilandan başka bir şey yapamadı. Devletler Almanya'nın olup-bittisini kabul zorunda kaldılar. Bu durum karşısında Belçika, 1936 Ekiminde, Fransız ittifakından çıkarak tarafsızlık politikası izleyeceğini ilan etti. Bu ise, Fransa'nın İ' inci Dünya Savaşından sonra izlemeye başladığı ittifaklar sistemine ağır bir darbeydi. Bu yeni politikası ile Belçika Lokarno bloğundan ayrılmış oluyordu. İtalya'nın da durumu meydanda olduğuna göre, yeni bir Lokarno kurulamazdı. Bu sebeple İngiltere, 27 Kasım 1936 da, kışkırtılmamış bir saldırı halinde Belçika'nın bağımsızlık ve toprak bütünlüğü için tek taraflı olarak Belçika'ya garanti verdi. 4 Aralık da Fransa hem Belçika'ya ve hem de İngiltere'ye garanti verdi. Bunun üzerine İngiltere de 14 Aralık da Fransa'ya garanti verdi. Böylece Lokarno'nun yerini karşılıklı garanti sistemi almış oluyordu. Yalnız Belçika, İngiltere ve Fransa'dan garanti almasına karşılık, herhangi bir garanti vermedi. Almanya'nın Ren'i militarize etmesi Küçük Antant tarafından da endişe ile karşılandı. Küçük Antant Konseyi, 7 Mayıs 1936 da Belgrad'da yayınladığı bir bildiride, milletlerarası durumu "çok ciddi" olarak nitelendirdi ve Küçük Antant'ın barış antlaşmaları sistemine olan bağlılığını bir kere daha teyit etti. Balkan Antantı da aynı endişeyi duymaktan geri kalmadı. Balkan Antantı Daimi Konseyi de, yine Belgrad'da 6 Mayıs da yayınladığı bildiride, "güvenliğe saygı" ve "sınırların dokunulmazlığı" ilkelerine olan bağlılığını bir kere daha açıkladı. 1936 yılı sonunda, İtalya ve Almanya'nın hareketleri sonucu, Lokarno Anlaşmalarının açmış olduğu işbirliği ve barış havası artık sona eriyordu. Esasına bakılırsa Batı'nın bu gelişmeler karşısındaki tepkisi çok zayıf olmuştu. Bunun içindir ki, Almanya, 14 Kasım 1936 da, Versay Antlaşması ile enternasyonalize edilen Kiel kanalı ile diğer Alman nehirlerine ait Versay hükümlerini de ilga ederek bu su yolları üzerindeki mutlak Alman egemenliğini tekrar kurdu. Bahis konusu nehirler Elbe, Oder, Tuna, Niemen, Ren ve Moselle nehirleri idi.

D) Berlin-Roma Mihveri
İtalya-Habeş savaşının en önemli sonuçlarından biri de Nazi Almanya'sı ile Faşist İtalya'nın birbirine yaklaşması ve iki devlet arasında İİ' inci Dünya Savaşının sonuna kadar devam edecek sıkı bir işbirliğinin doğması olmuştur. İtalya, Nazilerin Almanya'da işbaşına geçtiği günden itibaren Almanya'dan endişe duymuş ve Nazi Almanya'sının Avusturya ile birleşerek, kendi nüfuzu altında bulunan Orta Tuna bölgesine egemen olmasından daima çekinmişti. Bunun içindir ki Batılılarla Stresa Cephesini kurmuştu. Lakin İtalya'nın Habeşistan'a yerleşmesi, İtalya'nın durumunda esaslı değişiklikler meydana getirdi. İtalya şimdi denizaşırı bir imparatorluk toprağını korumak zorundaydı. Bu ise kolay görünmüyordu. Bir yandan İtalya'nın Habeşistan üzerinden Mısır'ı tehdit eder duruma geçmesi, öte yandan Akdeniz'de kuvvetli bir deniz devleti olarak ortaya çıkması, İngiltere üzerinde tepkisiz kalmamış ve bundan sonra İngiliz-İtalyan münasebetleri bir rekabet çerçevesi içine girmiştir. Bundan başka, 1936'dan itibaren İtalya-Fransız münasebetleri de değişmeye başladı. 1936 İlkbaharında Fransa'da yapılan seçimlerle Radikal Sosyalistler (Edouard Daladier), Sosyalistler (Leon Blum) ve Komünistler (Maurice Thorez) Halk Cephesi (front populaire) adı altında bir seçim ittifakı yapmışlar ve kesin bir zafer kazanmışlardı. Leon Blum bir Halk Cephesi kabinesi kurmuş ve komünistler buna alınmamışsa da, Komünist Partisi, Moskova'dan Komintern'in verdiği talimata uyarak Blum kabinesini desteklemiştir. Halk Cephesi hükümeti zamanında Fransız-Sovyet münasebetleri daha da gelişmiş ve buna karşılık bu hükümetle beraber İtalya'ya karşı Laval Politikası da değişmiştir. Kısacası Stresa Cephesi ortakları ile münasebetleri artık tamamen değişmeye başlamıştı. 1936 Temmuzunda İspanya'daki solcu Halk Cephesi hükümetine karşı sağcıların ayaklanması ve İspanya'nın solcuların egemenliği altına düşmesi ihtimali de İtalya'yı endişelendiriyordu. Fransa ve Sovyet Rusya ise solcuları destekliyorlardı. Bu şartlar içinde İtalya Avrupa'da kendisine bir destek aramak zorunda kaldı. Bu destek ise Nazi Almanya'sından başkası olamazdı. Hitler daima İtalya ile bir yakınlaşma kurmak istemiş ve hatta İtalyan-Habeş savaşı sırasında, Milletler Cemiyetinin zorlama tedbirlerine aldırmayarak, başta kömür olmak üzere birçok stratejik, maddeleri İtalya'ya satmaya devam etmişti. Bu ise İtalya'yı hoşnut bırakmıştı. Yalnız iki devletin yakınlaşmasını önleyen önemli mesele, Almanya'nın Avusturya'daki faaliyeti idi. Fakat Mussolini şunu da gördü ki, Almanya'nın Avusturya üzerindeki emellerinin gerçekleşmesine engel olamayacaktır. Bu, Batılılardan sonra bir de Almanya ile münasebetlerini çıkmaza sokmak demek olurdu. Halbuki şimdi Batılılar karşısında İtalya ile Almanya'nın durumları arasında büyük bir paralellik ortaya çıkmıştı ve bir Alman-İtalyan bloğunun kurulmasında, İtalya'nın birçok menfaatleri olabilirdi. Nihayet Almanya'nın 11 Temmuz 1936 da Avusturya ile bir anlaşma yapıp, kendisinin Avusturya'nın bağımsızlığına saygı gösterme taahhüdünde bulunmasına karşılık, Avusturya'nın da Naziler hakkında bazı hoş görür tedbirler alması, İtalya'yı bu konuda da ferahlatınca, iki devlet arasında bir yakınlaşma meydana geldi. İtalya ile Almanya arasında 1936 yazında birçok karşılıklı ziyaretler yapıldı. Mussolini'nin damadı ve İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Ciano 1936 Ekiminde Almanya'yı resmen ziyaret etti ve büyük gösterilerle karşılandı. Artık Avrupa'da bir İtalyan-Alman ortak cephesi ortaya çıkıyordu. Almanya'nın Avusturya ile yaptığı barış ve Macaristan'ın İtalya ile iyi münasebetleri de göz önüne alınınca, İ' inci Dünya Savaşından önceki Üçlü İttifak tekrar kurulmuş gibi görünüyordu. Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan çok değişmiş şartlar altında tekrar buluşuyorlardı. Mussolini 1 Kasım 1936 da Milano'da verdiği bir söylevde "Berlin-Roma çizgisi bir taksim çizgisi (diyaframa) olmayıp, işbirliği ve barış isteyen bütün Avrupa devletlerinin etrafında toplanabileceği bir mihver (asse)dir" diyordu. Berlin-Roma Mihveri, bundan sonra, İİ' inci Dünya Savaşının sonuna kadar milletlerarası münasebetlerde çok sözü edilen bir deyim olacaktır.

E) Anti - Komintern Pakt
1936 Kasımında Berlin-Roma Mihveri kurulduğu bir sırada, öte yandan Berlin-Tokyo Mihveri de kuruldu. Bu, Almanya ile Japonya'nın Sovyet Rusya'ya ve Komintern'in milletlerarası komünizm faaliyetine karşı imzalamış oldukları Anti-Komintern Pakt'dır. 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Almanya üzerinde yarattığı tepki, sadece Ren boylarının Almanya tarafından militarize edilmesi sonucunu vermemiş, fakat aynı zamanda Almanya 1936 Martından itibaren komünizme ve dolayısıyla Sovyet Rusya'ya karşı geniş bir kampanya açmıştır. Fakat bu kampanya özellikle yaz aylarında şiddetlenmiştir. Bunun da sebebi, 1936 Ağustosunda Sovyet Rusya'nın askerlik çağını 21 yaştan 19'a indirmesidir. Fransız-Sovyet ve Sovyet-Çekoslovak ittifaklarından sonra Sovyet Rusya'nın bu askeri tedbirleri Almanya'yı sinirlendirmiştir. Hitler 12 Eylül 1936 da verdiği bir söylevde Ukrayna'nın, Ural'ların ve Sibirya'nın tabii zenginliklerinden ve Nasyonal-Sosyalizm sayesinde bu toprakların erişeceği refah seviyesinden söz ediyor ve 14 Eylüldeki söylevinde de Bolşevizm'i, "en büyük can düşmanımız" diye nitelendiriyordu. Sovyet Savunma Bakanı Mareşal Voroşilov da 16 Eylüldeki söylevinde Sovyetlerin nerde ve ne zaman olursa olsun, her türlü savaşa hazır olduğunu söylüyordu. Almanya'nın bu faaliyeti ve davranışı Japonya'yı Almanya'ya yaklaştırmıştır. Japonya, Mançurya ve Jehol'ü ele geçirdikten sonra, İç Moğolistan'da faaliyete geçmişti. Bu Japonya'nın Asya'nın ortalarına kadar ilerleme niyetinin bir işareti idi. Bunu fark eden Sovyet Rusya, 12 Mart 1936 da Dış Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Bu ittifak tabiatıyla Japonya'ya yöneltilmişti ve Sovyet Rusya Japonya'ya bunu açıkça bildirmişti. Öte yandan Japonya Çin'e girmek için de hazırlanmaktaydı. Böyle bir hareket ise, Çin komünistlerini destekleyen Sovyet Rusya ile Çin milliyetçilerini destekleyen Birleşik Amerika'nın tepkisine sebep olabilirdi. Yani, Almanya'nın Fransa ile Sovyet Rusya arasında kalması gibi, Japonya da kendisini Sovyet Rusya ile Birleşik Amerika arasında sıkışmış gibi görmekteydi. Gerek Almanya, gerek Japonya için ortak tehlike Sovyet Rusya görünüyordu. Bu sebeplerle, 25 Kasım 1936 da iki devlet Anti-Komintern Paktı imza ettiler. Anlaşma açık ve gizli olmak üzere iki kısımdı. Açık kısma göre, taraflar Komünist Enternasyonalinin (Komintern) faaliyetleri ve buna karşı savunma tedbirleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı. Memleketlerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert tedbirler alacaklar ve bu konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı. Gizli kısma göre de, taraflardan biri Sovyet Rusya'nın kışkırtılmamış bir saldırısına veya saldırı tehdidine hedef olursa ortak menfaatlerini korumak için alınacak tedbirler hakkında birbirlerine danışacaklar ve ayrıca, birbirlerine haber vermeden Sovyet Rusya ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Paktın süresi, 3'üncü Enternasyonal'in devamı süresince idi. Anti-Komintern Pakta İtalya 6 Kasım 1937 de katılmış ve Berlin-Roma-Tokyo Mihveri teşekkül etmiştir.

5  İspanya İç Savaşı
İspanya iç savaşının özelliği, İ' inci Dünya Savaşından önceki blokların çatışması devresinde olduğu gibi, 1936'dan itibaren Berlin-Roma Mihverinin Sovyet Rusya ve Komünizme açmış olduğu mücadelenin, iki taraf arasındaki uçurumu bu iç savaş sırasında daha da derinleştirmesi ve Batılı demokrasilerin de bu mücadelede son derece zayıf hareket etmeleridir. Berlin-Tokyo Mihverine gelince, Japonya İspanya iç savaşını, Çin'e saldırmak için değerli bir fırsat olarak kullanacaktır. İspanya iç savaşının sebepleri, bu memleketin XİX' uncu yüzyılın başından beri içinde yuvarlanmakta olduğu istikrarsızlık ve iç karışıklıklarda yatmaktadır. İ' inci Dünya Savaşından sonra komünizmin milletlerarası münasebetlere bir faktör olarak girmesi, İspanya'nın iç düzensizliğini daha da şiddetlendirmiştir.

A) İspanya'nın Durumu
1902 yılında İspanya tahtına 16 yaşındaki Xİİİ' üncü Alfonso gelmişti. Alfonso anayasalı monarşiyi benimsemiş olduğundan memlekete derhal bir anayasa vermişti. Fakat bu anayasa İspanyayı daha fazla karıştırmaktan başka bir şeye yaramadı. 1902-1923 arasında 33 tane kabine düştü. Bu siyasal istikrarsızlığa, İspanya'nın kronik derdi haline gelen ekonomik sıkıntılar da eklendi. Memlekete siyasal ve ekonomik bir düzen vermek isteyen ordu, 1923 Eylülünde bir darbe ile iktidarı ele aldı ve monarşiye dokunulmaksızın, başbakanlığa General Primo de Rivero geçti. Rivera, Mussolini'den örnek alarak, faşist diktatörlük yoluna gitti ve bütün demokratik müesseselere son verdi. Bununla beraber, bir ekonomik kalkınma ve batılılaşma çığırını da açmaya muvaffak oldu. Rivera altı buçuk yıl iktidarda kaldı. Fakat İspanya'nın meselelerine köklü bir çözüm yolu getiremedi. Diktatörlüğü süresinde, sağ daha şiddetli sağcı oldu, sol da daha çok sola kaydı. Bir denge unsuru olabilecek mutedil gruplar ise daha çok zayıfladı. Rivera ordunun desteğini kaybettiğini görünce 1930 Ocak ayında istifa etti ve onun ayrılmasından sonra İspanya'da tekrar anayasalı rejim başladı. Fakat anayasalı rejim İspanyayı, tekrar, 1936 da iç savaşın patlamasına kadar sürecek karışıklıklar içine attı. Şimdi solcular birdenbire ortaya çıkarak Cumhuriyetçiliği savunmaya başlamışlardı. 1930 ve 1931 de birçok cumhuriyetçi ayaklanmalar çıktı. 1931 Nisanında yapılan belediye seçimlerinde cumhuriyetçiler ezici bir zafer kazanınca, Kral Alfonso, tahtından feragat etmeden memleketi terk etti ve Cumhuriyet ilan edildi. Kurucu Meclis seçimlerinde solcular ve cumhuriyetçiler yine kesin bir zafer kazandı. Solcuların bu zaferi, sağ'ın tepkisini şiddetlendirdi ve İspanyayı iç savaşa götürecek gelişmeler akmaya başladı.

B) İç Savaşın Patlaması
Cumhuriyet rejiminin ilk cumhurbaşkanı Alcala Zamora ve başbakanı da Azana idi. Azana'nın ilk işi, Meclis'teki solcu çoğunluğa dayanarak çıkardığı bir dizi kanunlarla, Kiliseye karşı hücuma geçmesi oldu. Kilise okulları kapatıldı ve kilisenin malları elinden alındı. Din adamlarına hükümetten yapılan yardımlar kesildi. Ayrıca, köylünün durumunu düzeltmek için toprak reformlarına girişilmek istendi. Bu reform işi ağır gidince köylüler kuvvet yoluyla zenginlerin topraklarını ellerinden almaya başladı. Bu ise halk arasında, öldürmelere kadar giden silahlı çatışmalara sebep oldu. Birçok ayaklanmalar çıktı. Hükümet köylülerin bu hareketini hoşgörülülükle karşıladı. Sol'un bu davranışına karşı sağcı tepkinin kendisini hissettirmesi kaçınılmazdı. 1933 Kasımında yapılan seçimleri solcular her yerde kaybettiler. Alfonso taraftarı Kralcılar şimdi monarşi istiyorlardı. Primo de Rivera'nın oğullarından birinin liderliğinde bulunan Sağcı Falanjist'ler bir kuvvet olarak belirdiler. Falanjist Parti, İtalya'daki Faşist Partisini kendisine örnek almıştı. Sağcı tepki, bu sefer sol'un hareketlerini şiddetlendirdi. 1934 Ekiminde Asturias'daki maden işçileri ayaklandı ve yapılan çarpışmalarda 3.000 kişi kadar öldü. Memlekette bir yağmacılık başladı. Bu gelişmeler içinde 1936 Şubatında yapılan seçimleri solcular yine kazandı ve Azana, bir Halk Cephesi (frente popular) hükümeti kurdu. Solcular hapisten çıkarılıp, bu sefer hapishaneler sağcılarla dolduruldu. Ordu, Genelkurmay Başkanı General Francisco Franco'nun liderliğinde bir hükümet darbesi yapmak istediyse de başaramadı ve General Franco Kanarya Adalarına vali atandı ve birçok subaylar da emekliye sevk edildi. 1936 Temmuzunda solculardan Castillo adlı birisinin öldürülmesi üzerine, solcular da, Primo de Rivera'nın Maliye bakanlarından ve monarşist muhafazakar Calvo Sotelo'yu öldürünce 17 Temmuz 1936 da, İspanyol Fas'ındaki askerler ayaklandı ve bu ayaklanma güney İspanyaya da yayıldı. General Franco Kanarya adalarından Fas'a gelerek ayaklanmanın liderliğini ele aldı. İspanya iç savaşı nihayet patlak vermişti. İspanya iç savaşında sağcılara Milliyetçiler, solculara da Cumhuriyetçiler denilmiştir. İç savaş çıkınca, köylüler, şehirlerdeki işçiler, komünistler sosyalistler, sendikalistler ve anarşistler Cumhuriyetçilere katılmışlardır. İspanya'nın maden ve tarım bakımından zengin bölgeleri Cumhuriyetçilerin elindeydi. Cumhuriyetçiler, Valencia'da müfrit sosyalistlerden Largo Caballero başkanlığında bir hükümet kurdular. Lakin askeri kuvvet bakımından çok zayıftılar. Buna karşılık, ordunun bütün subay kitlesi Milliyetçilere katıldı. Milliyetçilerin ilk anda 27.000 kişilik muntazam bir askeri kuvveti vardı. Milliyetçiler de General Franco'nun başkanlığında Burgos'da bir hükümet kurdular ve bu hükümet 1936 Kasımında İtalya ve Almanya tarafından derhal tanındı. İspanya iç savaşı gayet karışık milletlerarası gelişmelerle üç yıl sürmüş ve 1939 Martında Milliyetçilerin Madrid'e girmeleri ile Milliyetçilerin zaferi ile sonuçlanmıştır. İspanya iç savaşı ile yakından ilgilenen başlıca devletler, Sovyet Rusya, İtalya ve Almanya olmuştur. Bunların savaşan taraflara yaptıkları yardımların niteliği bilinmemekle beraber, şurası muhakkaktır ki, her üç devlet de parmaklarını İspanya çöreğine daha 1936 dan önce sokmuş bulunmaktaydılar. Sağ-Sol mücadelesi sırasında Sovyet Rusya solcuları, İtalya ve Almanya sağcıları desteklemişlerdi. İç savaşın çıkması Sovyet Rusya'da Cumhuriyetçiler lehine büyük gösterilerin yapılmasına vesile verdi. İspanya'daki Sovyet elçilik ve konsolosluk memurları Cumhuriyetçilerin akıl hocaları oldular. Komintern, Cumhuriyetçilerle sıkı temas kurarak Cumhuriyetçilerin harekatını idare etmeye çalıştı. Sovyet alanları Avrupa pazarlarından Cumhuriyetçiler için silah ve malzeme satın aldılar. Sovyet Rusya'nın İspanyaya uzaklığı ve deniz gücünün zayıf olması daha aktif bir katkısını engelledi. İtalya'nın iç savaşa müdahalesi ve Milliyetçilere yaptığı yardım çok daha geniş oldu. İtalya, İspanya'da solcuların egemenliğinden hoşlanmadığı gibi, Milliyetçilerin zaferi Akdeniz'de İtalya'nın durumunu çok daha kuvvetlendirecekti. Buna karşılık, İngiltere ile Fransa'nın da durumları zayıflayacaktı. Birçok memleketlerden kişisel gönüllülerin İspanyaya giderek Cumhuriyetçilerin safına katılması İtalya'nın işini kolaylaştırdı ve gönüllü adı altında birçok İtalyan askerleri Milliyetçilerin yardımına gönderildi. Bundan başka İtalya deniz yoluyla Milliyetçilere silah ve malzeme yardımında bulundu. Almanya'ya gelince, o da Milliyetçileri destekledi. Çünkü İspanya'da Faşistlerin egemen olması halinde, Fransa İspanya ile Almanya arasında sıkışmış olacaktı. Bununla beraber Almanya'nın Milliyetçilere yaptığı yardım İtalya'dan daha az olmuştur. Mamafih, İspanya iç savaşı sırasında Almanya ile İtalya arasındaki bağlar, Avrupa'daki diğer buhranlara paralel olarak daha da kuvvetlenmiş ve sıkılaşmıştır. Fransa'da bu sırada Halk Cephesi hükümetinin, yani solcuların iktidarda bulunması, Fransız hükümetinin sempatisini Cumhuriyetçilere kaydırmıştır. Hatta Fransız Hava Bakanı Cot, Cumhuriyetçilere Fransız hava kuvvetlerinden uçaklar ve başka malzeme göndermiştir. Fakat bu işi gizli yapmıştı. Çünkü Fransa Cumhuriyetçileri açıkça desteklemeye gidemedi. İngiltere'nin durumu Fransa'nın da hareket serbestisini frenledi. İngiltere'de İşçi Partisi Cumhuriyetçilerin tarafını tuttu ve hükümet üzerinde bu yolda baskı da yaptı. Lakin İngiliz hükümeti İspanya iç savaşı karşısında açıkça cephe alamadı. Çünkü İngiliz kamu oyu barış taraftarıydı ve İngiltere'nin buhranlar içine karışmasını istemiyordu. Öte yandan 1937 Mayısında Başbakanlığa Neville Chamberlain'in gelmesi ile yatıştırma politikası büyük bir hız kazandı İngiltere, İtalya'nın Habeşistan'ı işgalinden sonra, bu devletin Almanya'nın kucağına atılmasını önlemek için İtalya'ya karşı yumuşak bir durum almış ve 2 Ocak 1937 de Gentlemen's Agreement'i yapmıştı. Bu anlaşma ile iki devlet, birbirlerinin Akdeniz'deki menfaatlerine saygı göstereceklerdi. Bunu 16 Nisan 1938 de, aynı nitelikte ikinci bir anlaşma izlemiştir. Bu sonuncu anlaşma ile iki devlet Afrika sömürgelerindeki münasebetlerini düzenliyorlardı ki, bu Habeşistan'ın İtalya'ya ilhakının İngiltere tarafından resmen tanınması demekti. Nihayet, 1937 de Japonya'nın Çin'e saldırması da İngiltere'yi Avrupa'da yumuşak bir politika izlemeye daha kuvvetle itmiştir. İngiltere'nin bu durumu karşısında Fransa yalnız kalınca, 1936 Ağustosunda İspanya iç savaşı için Karışmazlık ilkesini ortaya attı. Yani devletler İspanya iç savaşına hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacaklar ve taraflardan hiçbirine yardım etmeyeceklerdi. İngiltere, Fransa, Sovyet Rusya, Almanya ve İtalya'nın da dahil olduğu 15 devlet bu ilkeyi benimsedi ve Londra'da 1936 Eylülünde devamlı bir Karışmazlık Komitesi kuruldu. Komite karışmazlık ilkesinden doğan meseleleri ele alacaktı. Karışmazlık Komitesi, Sovyet Rusya, İtalya ve Almanya'nın yardım ve müdahalelerine hiçbir değişiklik getiremedi. Komite, İspanyaya dışarıdan silah ve malzeme gönderilmesini önlemek için 1937 Nisanında, İspanya kıyılarını bölgelere ayırarak, her bölgenin kontrolünü Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya'ya verdi. Lakin Mayıs ayında bir Alman gemisinin Cumhuriyetçi uçaklar tarafından batırılması üzerine, bir Alman uçak filosu Cumhuriyetçilere ait Almeria'yı bombardıman etti ve arkasından da Almanya ve İtalya bu deniz kontrolünden çekildiler. Denizaltı korsanlığı da başka bir mesele oldu. 1937 yazında bazı Sovyet, İngiliz ve Fransız gemileri Akdeniz'de meçhul denizaltılar tarafından batırıldı. Bu meseleyi ele almak için 1937 Eylülünde Nyon Konferansı toplandıysa da, Sovyetlerin İtalyan denizaltılarını korsanlıkla itham etmesi üzerine, İtalya ve Almanya bu konferansa katılmadılar. Konferans, İngiltere ile Fransa'nın denizaltı korsanlığına karşı mücadele etmesine karar verince, bir daha denizaltı korsanlığı olayı olmadı. Karışmazlık Komitesi, 1938 Nisanında, İspanya'daki bütün yabancı gönüllülerin kademe kademe çekilmesi için bir plan kabul ettiyse de, 1938 yılının başında Milliyetçilerin hızlanan askeri harekatı, 1939 başında iç savaşı sona erdirdi. Birleşik Amerika İspanya iç savaşına herhangi bir şekilde bulaşmamak için özel bir çaba harcadı. Bunun için de 1937 Ocak ayında yeni bir tarafsızlık kanunu çıkararak, savaşan taraflara silah ve malzeme satışını yasakladı.

C) Milliyetçilerin Zaferi ve İç Savaşın Sonu
İspanya iç savaşı üç yıl kadar sürdü. Sonunda Milliyetçiler bütün İspanyaya egemen olmaya muvaffak oldular. 1938'den itibaren Milliyetçilerin ilerlemesi hızlandı. Barselona ve Madrid Cumhuriyetçiler tarafından inatla savunuluyordu. Lakin 1939 Şubatında Barselona ve Mart ayında Madrid Milliyetçilerin eline geçti ve böylece Cumhuriyetçilerin mukavemeti her tarafta kırılmış oluyordu. İtalya'nın çok istediği gibi Doğu Akdeniz'de yeni bir faşist rejim daha ortaya çıkmıştı.

6  Japonya'nın Çin'e Saldırması
A) Çin'deki Gelişmeler
1912 Şubatında Çin'de Mançu ailesinin hükümdarlığı sona erip cumhuriyet ilan edilmekle beraber, Çin, Japonya'nın kendisine saldırdığı yıl olan 1937'ye kadar, bir türlü siyasal istikrara ve bütünlüğe kavuşamadı. Çin'in bu durumu, Japonya'nın bu ülke üzerindeki ihtiraslarını kamçıladı. Cumhuriyetin ilanından sonra Çin'in kaderi orduya dayanan General Yuan Shih-kai'nin eline geçti. Yalnız General Yuan ancak Çin'in kuzey kısmına egemendi. Güney ise Dr. Sun Yat-sen'in Kuomintang partisinin nüfuzu altında idi. Kuomintang'ın merkezi Canton'da bulunuyordu. Kuzeyde General Yuan'ın askeri diktatörlüğüne karşılık, güneyde Dr. Sun, 1921 Martında verdiği bir söylevde, Kuomintang'ın programını şu üç noktada topladı:
1) Milliyetçilik: Çin'deki bütün yabancı imtiyaz ve hakların tasfiye edilmesi,
2) Demokrasi: Kuomintang'ın geçici bir vesayet rejimi ile Çin halkının demokrasiye alıştırılmasından sonra tam demokrasiye geçiş,
3) Sosyal Adalet: Her Çinli aile için asgari bir refah seviyesi ve gelirin adil bir dağılışı.
1920-21 yıllarında Komünist Partisinin de kurulması ile Çin'de iktidar mücadelesi yapan kuvvetlerin sayısı üçe çıkmış oluyordu. Fakat 1921 yılında Canton'da ayrı bir Çin Cumhuriyeti'nin ilanı ve Dr. Sun'un da cumhurbaşkanlığına getirilmesi üzerine, yarı-bağımsız bir halde bulunan mahalli derebeyleri Dr. Sun'un otoritesi altına girmek istemeyip ayaklandılar ve Dr. Sun Canton'dan kaçıp Shanghai'ya sığınmak zorunda kaldı. Bu gelişme Dr. Sun'u Sovyet Rusya'ya dayanmaya götürdü ve 1923 yılı başında Dr. Sun ile Sovyet Rusya arasında bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma ile Sovyet Rusya Milliyetçilere yani Dr. Sun'a yardıma başladı. Milliyetçilerin ordusunu düzenlemek ve teşkilatlandırmak için Sovyetler birçok askeri uzmanlar gönderdiler. Sovyetlerin yardımı ile Dr. Sun ordusunu kuvvetlendirince, Peking'e karşı harekete geçti. Fakat 1925 Martında da Dr. Sun öldü ve Milliyetçilerin liderliğini General Chiang Kai-shek eline aldı. General Chiang, askeri hareketlere devam ederek 1927 yılında bütün Yang-tze vadisini ele geçirdi ve Nanking'i Milliyetçi hükümetin merkezi yaptı. 1928 Haziranında da Peking'i düşürerek Kuomintang'ın Çin üzerindeki egemenliğini sağlamaya muvaffak oldu. Peking'in adı değiştirildi ve "Kuzey Barışı" anlamına gelen Peiping adı verildi. Fakat 1927 yılından itibaren de Chiang Kai-shek'in komünistlerle arası açıldı. Sovyet Rusya'nın Milliyetçilere yaptığı yardım Kuomintang içinde komünist unsurların gittikçe artması sonucunu verdi ve bu da çoğunluğu teşkil eden muhafazakar unsurların tepkisiyle karşılaştı. Esasen Chiang Kai-shek de Sovyet yardımını ancak zorunluluk dolayısıyla kabul etmiş bulunuyordu. Şimdi duruma egemen olduğuna göre, Sovyet yardımına ihtiyacı kalmamıştı. Bunun için 1927 yılında komünistlere karşı birdenbire şiddetli tedbirler aldı. Sovyet uzmanları kaçmak zorunda kaldılar. Komünistler de kaçarak bunlar Kiangsi ve Fukien eyaletlerinde toplandılar. Liderleri Mao Tse-tung ve Chu Teh idi.  General Chlang'ın bu komünist aleyhtarı politikası, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere Batılıların kendisinin hemen yardımına koşması sonucunu verdi. Özellikle İngiltere ve Amerika Çin'e ekonomik yardıma başladılar. Hatta Almanya bile ilgisiz kalmadı ve Çin ordusunda Sovyet uzmanlarından boşalan yerler Alman generalleri ile dolduruldu. General Chiang Batılıların desteğini kazanınca, komünistleri kesin olarak tasfiye etmek için harekete geçti. Komünistler ise Kiangsi'de siyasal ve askeri hazırlıklar yapıyordu. Chu Teh Kızıl Çin Ordusu'nu kurdu. Mao Tse-tung ise köylüleri, işçileri gerilla kuvvetleri olarak organize etti. Öte yandan zenginlerin geniş toprakları köylüye dağıtılarak fakir köylünün desteği sağlandı. İdari teşkilat için de mahalli Sovyetler kuruldu. Nihayet 1931 Kasımında Kiangsi'de Çin Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi ve başkanlığa da Mao Tse-tung getirildi. 1928 de Chiang'ın sağlamış olduğu bütünlük şimdi yine parçalanma yoluna giriyordu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Japonya da 1931 de Mançurya'yı işgale başladı. Fakat "Japonlar bir cilt hastalığıdır, halbuki komünistler ise bir kalp hastalığıdır" diyen Chiang, dikkatini Japonlardan fazla komünistlere yöneltti ve 1934 de Kiangsi'deki komünistlere karşı harekete geçti. Chiang'ın kuvvetlerine karşı koyamayan komünistler, Uzun Yürüyüş adını alan 5.000 millik bir yürüyüşle Sovyet Rusya'nın sınırlarına yakın olan ve Sovyet Rusya'dan kolaylıkla yardım alabilecekleri kuzey-batıdaki Shensi eyaletinde Yenan'a sığındılar. General Chiang Kai-shek'in komünistlerle uğraşması Japonlar için yeni bir fırsat oldu ve Mançurya ve Jehol üzerinden faaliyete geçerek Çin'in diğer kuzey eyaletlerine de sızmak için çaba harcamaya başladılar. 1935-36 yıllarında Çin üzerindeki bu yeni Japon tehlikesi adamakıllı belirmeye başlamıştı. Japon tehlikesini Chiang Kai-shek'den daha ağır bir tehlike olarak gören komünistler, Chiang Kai-shek'le anlaşıp Japonlara karşı kuvvetli bir birlik kurmak istediler. Komünistlerin bu çaba ve istekleri Sovyet Rusya tarafından da desteklendi ve uzun süren görüşmelerden sonra ve Çin-Japon savaşının sebebini teşkil eden Marco Polo Köprüsü olayı üzerine, 1937 Eylülünde Komünistler ve Milliyetçiler bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşma ile Kızıl Çin Ordusu Milliyetçilerin emir ve komutası altına giriyor ve buna karşılık Milliyetçiler de, bir siyasal organizasyon olarak komünistlerin varlığını kabul ediyordu. Komünistlerle Milliyetçiler arasındaki bu işbirliği İİ' inci Dünya Savaşının sonuna kadar devam edecektir.

B) Japonya'nın Asya'daki Faaliyetleri
Japonya'nın Mançurya'yı ele geçirmesi, Asya kıtasındaki geniş ihtiraslarının ancak ilk basamağını teşkil ediyordu. Bu işgale karşı büyük devletlerin tepkisinin son derece zayıf olması ve Milletler Cemiyetinin de herhangi bir şey yapamaması Japonya'yı daha çok cesaretlendirdi. Bundan sonra faaliyetlerinde daha serbest kalabilmek amacı ile milletlerarası işbirliğinden çekilmek için teşebbüslerde bulundu. Bunun ilki, 1933 Martında Milletler Cemiyetinden çekilmesidir. Arkasından, kendi deniz gücünü sınırlayan 1922 Washington anlaşmalarından yakasını sıyırmak istedi. İngiltere ve Amerika ile eşitlik iddiasını ileri sürdü. Bu iki devletle bu konuda yaptığı görüşmeler kendisi bakımından olumlu sonuç vermeyince, 1934 Aralık ayında 1922 Washington anlaşmalarını feshetti. Ellerini bu iki bağlantıdan kurtarınca, şimdi niyetlerini de açığa vurmaya başladı. 1934 yılında Asya'nın Monroe Doktrini'ni ortaya attı. Asya Asyalılarındır deyip, Batılıların Çin'le olan her türlü ilgilerinin kesilmesini istiyordu. 1935 Ekiminde Çin'e verdiği bir notada, Çin-Japon münasebetlerinin düzelebilmesi için, iki devletin komünizme karşı mücadelede işbirliği yapmaları şartını ileri sürdü. Bu şartın altında gizlenen gaye, hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar açıktı. Komünizme karşı işbirliği adı altında Japonya Çin'i kontrolü altına almak istiyordu. Yine 1935 yılından itibaren Çin'e ait Chahar ve Hopei'de sızma faaliyetlerini arttırdı. Bu iki eyalette muhtariyet kışkırtmalarını hızlandırdı. Ayrıca Shansi ve Shantung valilerini de muhtariyete teşvik ettiler. Bu eyaletlerin muhtariyeti ve dolayısıyla Japon nüfuzu altına girmesiyle Japonya Yang-tze vadisine çok yaklaşmış olacaktı. Mamafih, Japonya'nın Hopei ve Chahar'daki muhtariyet kışkırtmaları başarılı oldu ve bu iki eyalette muhtariyet akım ve eğilimlerinin artması üzerine, Çin hükümeti 1935 Aralık ayında "Hopei-Chahar Muhtar Siyasal Konseyi"ni kurdu. Bu iki eyalet iç işlerinin idaresinde bağımsızlık kazanıyorlardı. Bunun arkasından Japonya bu iki eyalete ekonomik ve teknik uzmanlar göndererek, buradaki nüfuz ve kontrolünü günden güne arttırdı. 1936 yılı başından itibaren Japonya'nın kuzey Çin eyaletlerindeki faaliyetlerinde bir duraklama oldu ve duraklama 1937 yazına kadar sürdü. Bunun da sebebi Japonya'nın iç gelişmeleridir. 1935 yazında Japonya'da askerler arasında yeni bir doktrin yayılmaya başladı. Showa Restorasyonu adını alan bu doktrin, devletin idaresinin doğrudan doğruya İmparatora verilmesi ve askerlerin sivil hükümetten değil, İmparatordan emir alması amacını güdüyordu. Bu doktrinin sosyal düzen anlayışı ise, Faşizm ve Nasyonal-Sosyalizmden mülhem olmuştu. İmparatorun hakimiyeti altında militarist-sosyalist- totaliter bir devlet anlayışına sahipti. Parlamentarizmin her türlü şekline düşmandı. Ordunun aşırı-emperyalist unsurları bu doktrinden çok hoşlanmışlardı. Fakat hükümet orduyu bu doktrinden temizlemeye teşebbüs edince, siyasal cinayetler arttı. 1936 Şubatında yapılan seçimlerde, askerlerle sıkı bağları olan Seiyukai partisinin kaybetmesi ve mutedil ve liberal Minseito partisinin kazanması üzerine, 20 kadar subayın liderliğinde ayaklanan 1.500 kadar asker, dört gün süre ile ortalığı karıştırdı ve birçok devlet adamlarını öldürdüler. Hükümet bu ayaklanmayı bastırdı lakin bu olaydan askerlerin nüfuzu zayıflayarak değil, kuvvetlenerek çıktı. Askerler ilk kabinelere hakim olamadıkları halde, yine askerlerin baskısı ile Japonya 1936 Kasımında Almanya ile Anti-Komintern Paktı imzaladı. Nihayet 1937 Haziranında Pan-Asyanism taraftarı Prens Konoye kabinesinin işbaşına gelmesi, askerlerin işini kolaylaştırdı ve 7-8 Temmuz 1937 gecesi Pekin yakınlarında Marco Polo Köprüsü Olayı'nı çıkartarak, Çin'i istila teşebbüsüne giriştiler.

C) Japonya'nın Çin'e Saldırması ve Devletler
Japonya 1937 Temmuzunda Çin'i istilaya girişirken, hem Çin'in iç durumundan ve hem de milletlerarası durumdan faydalanarak zamanını iyi seçmişti. Çin'in iç durumunu ve buna ait gelişmeleri yukarıda açıklamıştık. Bundan başka, 1935'den itibaren Çin'de şiddetlenen milli duygular da Japonya'yı bir an önce harekete geçmeye sevk etmiştir. Japonya'nın Hopei ve Chahar'da muhtariyet eğilimlerini kışkırtması ve sonunda bu iki eyaletin muhtariyet kazanması, Çin hükümeti ve Chiang Kai-shek'den fazla Çin halkı üzerinde tepki uyandırdı. Çinliler, Japonya bizi bir enginar gibi yaprak yaprak parçalıyor, diyorlardı. Bütün Çin'de bir Milli Kurtuluş Hareketi meydana geldi. Halk Japonya'ya karşı tutumun sertleştirilmesini istiyordu. Hatta Komünistler bile Japon tehlikesi karşısında Chiang Kai-shek'le anlaşma ve birleşme yollarını aramaya başladılar. Çin'de bu milli birlik duygusu kuvvetlenmeden Japonya Çin meselesini bir sonuca ulaştırmak istedi. Milletlerarası şartlar da Japonya'nın harekete, geçmesi için müsaitti. İtalya'nın Habeşistan'a saldırması Milletler Cemiyetinin etkisizliğini apaçık ortaya koymuştu. İtalya-Habeş buhranın İngiltere ve Fransa üzerinde yarattığı korku, iki devletin işbirliği yapamaması, Almanya'nın Ren boylarını askerleştirmesi karşısında gerekli tepkilerin gösterilmemiş olması, Berlin-Roma Mihverinin kurulması ve İngiltere'nin yatıştırma politikasına başlaması, Japonya'ya, İngiltere ve Fransa'dan etkili bir tepkinin gelemeyeceğini göstermişti. Kaldı ki şimdi Avrupa'nın başına bir de İspanya iç savaşı meselesi çıkmıştı. Çin ile en fazla ilgilenen devlet Birleşik Amerika idi ve bu devlet Japonya'nın karşısına dikilebilirdi. Lakin Amerika'nın İtalyan-Habeş buhranı ve İspanya iç savaşı karşısında çıkardığı tarafsızlık kanunları ile, bu buhranlara bulaşmamak için gösterdiği dikkat ve Amerikan kamu oyunun ne olursa olsun savaştan kaçınma arzusu, Amerika'nın da Japonya'nın önünde önemli bir engel olamayacağını göstermişti. Geriye bir Sovyet Rusya kalıyordu. Çin komünistleri dolayısıyla Sovyet Rusya'nın Çin'deki ilgileri açıktı. Lakin Almanya ile Anti-Komintern Paktı imzalamak suretiyle Japonya Sovyet Rusya'yı da baskı altına almış oldu. Bu şartlar içinde 7-8 Temmuz 1937 gecesi Pekin-Hankow demiryolu yakınlarında Marco Polo köprüsünde Çin ve Japon askerleri arasında bir silahlı çatışma oldu. Ölen veya yaralanan olmadı. Fakat bu Japonya için yeter bir sebepti. Çin hükümeti görüşme yoluyla olayı kapatmaya çalıştı. Lakin Japonya'nın görüşmelerle bir sonucuna varmaya niyeti yoktu. 11 Temmuzda bir anlaşmaya varılmıştı. Fakat Çin'in bu anlaşmaya uymadığını bahane ederek harekete geçti ve 26 Temmuzda Japon kuvvetleri Pekin'i işgal ettiler. Çin'in istilası başlamıştı. Japonya Çin'e hiçbir zaman resmen savaş ilan etmedi. İstila hareketini sadece Çin Olayı (China incident) diye adlandırdı. Japonya'nın bu istila hareketi üzerine Çin, Paktın 11 ve 16'ncı maddelerine dayanarak Milletler Cemiyetine başvurdu. Milletler Cemiyeti, diğerlerinde olduğu gibi, bu saldırı karşısında da aczini bir kere daha ortaya koydu. Japonya'ya karşı tedbir alacağı yerde, meseleyi 1922 de Washington'da Dokuz Devlet Antlaşması'nı imzalayan devletlere havale etti. Bu anlaşma Çin'in toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti altına almıştı. Dokuz Devlet Konferansı 1937 Kasımında Brüksel'de bir haftalık bir toplantı yaptı. Konferansa Japonya katılmadı. İtalya ise Japonya'yı savunmak için katıldı. İngiltere ve Amerika ise, Japonya'nın Hışmını üzerine çekmekten korktuklarından, kestaneleri ateşten çekme işini birbirlerinin üzerine yıkmaya çalıştılar. Fransa'nın durumu da onlardan farklı değildi. Bu sebeple, Konferans, ancak iki taraf arasında "muhasematın" kesilmesi gibi son derece etkisiz bir karara vardı. Esasen daha konferans toplanmadan önce İngiltere Japonya'nın konferansa katılmasını sağlamak için, konferansta Japonya hakkında hiçbir zorlama tedbirine karar verilmeyeceği hususunda teminat vermişti. Brüksel Konferansı bu kararı aldıktan sonra meseleyi tekrar Milletler Cemiyetinin omuzlarına iade etti. Fakat şimdi 1938 yılı gelmişti ve Avrupa, Almanya'nın Avusturya'yı ilhakı ve Çekoslovakya'nın parçalanması gibi bir dizi Alman darbeleri ile karşılaşmıştı. Büyük devletlerin başlarını Çin'e çevirecek halleri yoktu. Böylece Japonya Cin ile baş başa kaldı. İngiltere ile Fransa dikkatlerini Avrupa gelişmelerine çevirdiklerinden, İngiltere Çin'deki ekonomik menfaatlerini ve Fransa da Hindiçiniyi korumak amacı ile Japonya'yı kızdırmaktan özellikle kaçındılar. Geriye Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya kalıyordu. Birleşik Amerika Çin-Japon silahlı çatışması karşısında Amerika'nın politikasını iki noktaya dayandırdı: 1) Anlaşmazlığa bulaşmaktan kaçınmak ve 2) Amerikan vatandaşlarının can, mal ve haklarını korumak. Bununla beraber, Başkan Franklin Roosevelt Amerikan Dışişleri Bakanlığının bu görüşünden daha ileriye gitti ve 5 Ekim 1937 de verdiği bir söylevde, "İster ilan edilmiş olsun, ister ilan edilmemiş olsun, savaş bulaşıcı bir hastalıktır. Çatışma noktasından çok uzak bölgelere de bulaşabilir" diyerek, bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi, saldırganlara karşı da bir karantina uygulanmasını ileri sürdü. Roosevelt'in bu Karantina Söylevi, gerek kamu oyunda ve gerek hükümet ve Kongre'de büyük tepki ile karşılandı. Çünkü saldırganlara karşı karantina uygulamak, Amerika'yı saldırgan devletlerle bir çatışmaya götürebilirdi. Halbuki, diğer buhranlarda olduğu gibi, bu buhranda da Amerikan halkı ne olursa olsun bu çatışmalara bulaşmaktan korkuyordu. Bu sebeple Amerika Kasım ayındaki Brüksel Konferansında gayet çekimser kaldı. Yalnız Tarafsızlık Kanunlarını Çin-Japon savaşına uygulamadı. Bu, esasında Çin'e yardım amacı ile yapıldıysa da, Japonya da Amerika'dan ihtiyacı olan maddeleri satın almaya devam etti. Sovyet Rusya'ya gelince; Çin'in Japonya'nın işgali altına girmesinin kendisi bakımından doğuracağı vahim sonuçları gördüğü için, başlangıçtan itibaren Nanking hükümetini destekledi ve ona yardım etti. 21 Ağustos 1937 de Çin ile bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bu suretle Çin; Japonya ile uğraşırken arkasından emin olmuş oluyordu. Bu antlaşmadan bir ay sonra da, Eylül ayında, komünistlerle milliyetçiler anlaştılar ve komünistlerin Çin Kızıl Ordusu Nanking hükümetinin emrine girdi. Komünistlerle milliyetçilerin bu işbirliği üzerine Sovyet Rusya Çin'e yardıma başladı. 1938 Mayısında yapılan bir anlaşma ile Çin'e 50 milyon dolarlık bir kredi açtı. 1939 Haziranında yapılan anlaşma ile de 150 milyon dolarlık yeni bir kredi daha açtı. Bu yardımlar Sinkiang ve Moğolistan yoluyla yapılmaktaydı. Öte yandan Mançurya-Sibirya sınırında da Sovyet askerleri ile Japonlar arasında çarpışmalar eksik olmadı. 1938 ve 1939 yazında olan çarpışmalar birer küçük savaş niteliğinde olmuştur. Lakin 1939 Ağustosunda Almanya ile Sovyet Rusya'nın bir saldırmazlık paktı imzalaması, Sovyet Rusya ile Japonya arasındaki münasebetleri bir dereceye kadar yumuşatmıştır. Çin-Japon savaşına gelince: Japonya'nın Çin'i ele geçirmesi kolay olmadı ve bu savaş İİ' inci Dünya Savaşının sonuna kadar sürdü. Savaşın sonunda Japonya'nın yenilgisi ile Milliyetçilerle Komünistler arasındaki mücadele tekrar canlanacak ve 1949 da komünistler Çin'de idareyi ellerine alacaklardır.

7  Almanya'nın Avusturya'yı İlhakı (Anschluss)
Avrupa devletlerinin, Çin'e saldırması dolayısıyla Japonya'ya karşı sert bir tutum gösterememelerinde, "Çin Olayı"nın hemen arkasından ortaya çıkan Anshluss buhranı da önemli bir rol oynamıştır. Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakı, Nazi Almanya'sının dış politikasında bir dönüm noktası olduğu kadar, bunun sonucu olarak da, iki -savaş- arası devresinin de önemli bir buhranını teşkil etmiştir. Almanya'nın 1935'den itibaren silahlanmaya başlaması ve 1936 da Ren boylarına askerini sokması, Nazizm'in Almanya'yı, Versay'ın en ağır zincirlerinden kurtaran adımlarını teşkil etmekteydi. Artık tamirat borçları da geçmişin malı olduğuna göre Almanya için bir Versay meselesi kalmamıştı. İşte bu durum Hitler'i dış politikasının ikinci merhalesine geçmeye sevk etmiştir: Almanya dışındaki bütün Almanların bir tek devletin sınırları içine alınması (ein Volk, ein Reich). Tabiatıyla bu politikanın gerçekleştirilmesi ve özellikle Almanlardan meydana gelen Avusturya'nın Almanya'ya katılması, aynı zamanda, Versay'ın son bir halkasının da koparılması olacaktı. Versay ve St. Germain antlaşmaları, Almanya ile Avusturya'nın birleşmelerini de yasaklamıştı. Hitler Avusturya'yı ilhaka karar verirken, İspanya iç savaşı ile Japonya'nın Uzakdoğu'da Çin'e saldırmasının yarattığı atmosferden faydalanmış görünmektedir. 5 Kasım 1937 günü Başbakanlıkta sivil ve askeri liderlerle yaptığı bir toplantıda şöyle diyordu: "Almanya bakımından Franco'nun yüzde yüz bir zaferi şayanı arzu değildir. Savaşın sürüp gitmesinde ve Akdeniz'de gerginliklerin devamında bizim çok büyük menfaatimiz vardır". Hitler'e göre, İspanya'da milliyetçilerin kazanması İtalya'nın Balear adalarına yerleşmesi demek olacaktı ki, ne İngiltere ve ne de Fransa buna tahammül edemeyeceklerinden İtalya'ya savaş açacaklardı. Halbuki, Almanya'nın Avusturya ve Çekoslovakya'ya taarruz etmesi işi, böyle bir savaş çıkmadan yapılmalıydı. Yine aynı toplantıda Hitler, Japonya'nın Uzakdoğu'daki hareketi ile İngiltere'nin Uzakdoğu'daki durumunun çok zayıfladığını, Habeşistan dolayısıyla İtalya ile İngiltere'nin Akdeniz bölgesinde bir çatışma içine girdiğini de özellikle belirtmekteydi. Bununla beraber, Hitler, İngiltere ile Fransa'dan çekinmemekle beraber, Avusturya'nın ilhakı meselesinde İtalya'dan çekiniyordu. Çünkü 1922'den beri Avusturya, dış politikasında İtalya'ya dayanmış ve 1934 de Nazi'ler Viyana'da bir hükümet darbesine teşebbüs ettikleri zaman, Almanya'nın bir müdahale ihtimaline karşı İtalya Brenner sınırlarına büyük bir askeri kuvvet yığmıştı. Her ne kadar 1936'dan beri Berlin-Roma mihveri işlemekte idiyse de, Hitler yine Mussolini'den çekiniyordu. Fakat İtalya'nın 6 Kasım 1937 de Anti-Komintern Pakt'a katılması, bu endişeleri epey hafifletti. İş bu kadarla da kalmadı, bu katılma işi Roma'da yapılırken, Mussolini, Büyükelçi Ribbentrop'a, İtalya'nın artık tam manasıyla bir Akdeniz memleketi olması hasebile, bundan böyle Avusturya ile meşgul olamayacağını, "eğer Avusturyalılar bir Anschluss'u arzu ederlerse" İtalya'nın buna ses çıkarmayacağını söyledi. Şüphesiz İtalya'nın bu durumu Almanya'nın cesaretini arttırdı. Bununla beraber Hitler, Avusturya'yı ilhak için birdenbire kuvvete başvurmayıp, bunu içerden Avusturya Nazileri vasıtasıyla gerçekleştirmek istedi. 1937 yılında Avusturya Nazileri faaliyetlerini yine arttırmışlardı. Bunlar devamlı olarak Berlin'den talimat almaktaydılar. Avusturya Nazileri, 1934 de yaptıkları gibi, yine bir hükümet darbesine hazırlandıkları bir sırada, 25 Ocak 1938 günü Avusturya polisinin baskınına uğradılar. Ele geçirilen belgelerde, Almanya'dan verilen talimatlar ele geçirildi ve Nazilerin 1938 ilkbaharında bir hükümet darbesine hazırlandıkları görüldü. Nazilerin bu hükümet darbesi teşebbüsü sonuçsuz kalınca, Hitler yine kuvvete başvurmadan önce, ilhakı Avusturya üzerinde baskı yoluyla gerçekleştirme yoluna gitti ve Avusturya Başbakanı Schuschnigg'i Avusturya sınırları yakında Berchtesgaden'daki şatosuna davet etti. Davetin sebebi, iki devlet arasındaki "anlaşmazlık ve soğukluk noktalarının müzakeresi idi. Hitler-Schuschnigg buluşması 12 Şubat 1938 de gayet sert bir hava içinde geçti. Daha doğrusu sadece Hitler konuştu. Hatta konuşmadı da, devamlı olarak bağırdı. Avusturya'nın Almanya'ya karşı düşmanca politikasından şikayet ederek Avusturya'nın Almanya'dan ayrılamayacağını belirterek şöyle dedi: "Size bir kere daha söylüyorum ki, işler bu şekilde devam edemez. Benim tarihi bir misyonum var ve ben bu misyonu gerçekleştireceğim. Çünkü Tanrı bu misyonu yerine getirme görevini bana verdi. Benimle beraber olmayan ezilecektir". Hiçbir devletin Avusturya'nın yardımına gelmeyeceğini de hatırlatan Hitler, "İtalya mı? Mussolini'nin gözlerinin içini görüyorum... İngiltere mi? İngiltere Avusturya için bir tek parmağını bile kımıldatmayacaktır..." dedikten sonra, sözü Fransa'ya getirmiş ve Fransa Almanya'yı Ren boylarında durdurmaya kalkmış olsaydı, Almanya'nın gerileyeceğini, lakin artık Fransa için de vaktin çok geçmiş olduğunu söyledi. Bundan sonra Avusturya Başbakanına 7 maddelik bir ültimatom verildi. Buna göre Avusturya'da Nazi Partisinin faaliyetine izin verilecek; hapsedilmiş olan Naziler serbest bırakılacak, Avusturya Nazilerinden Dr. Seyss-Inquart İçişleri Bakanlığına ve diğer iki Nazi de Harbiye ve Maliye Bakanlığına getirilecek, Avusturya ordusu ve ekonomisi ile Alman ordusu ve ekonomisi entegre edilecekti. Schuschnigg'den bu istekleri 4 gün içinde yerine getireceğine dair imza alındı. Gerçekten Schuschnigg Viyana'ya döner dönmez bu istekleri yerine getirmeye başladı. Seyss-Inquart'ı İçişleri Bakanlığına getirdi ki, polis ve güvenlik kuvvetleri bu şekilde Nazilerin emrine girmiş oluyordu. Hitler Avusturya'nın ilhakı yolunda büyük bir adım atmıştı. Avusturya artık olmuş bir meyve gibi Almanya'nın eline düşebilirdi. Hitler 20 Şubat 1938 de verdiği bir söylevde, Almanya'ya komşu iki memlekette 10 milyondan fazla Almanın yaşadığını ve hürriyetlerine sahip olmayan bu Almanları koruma görevinin Almanya'ya ait olduğunu bildiriyordu. Avusturya'nın 7 milyon nüfusa sahip olduğu ve Çekoslovakya'daki Südet Almanlarının da 3 milyon kadar bulunduğu göz önüne alınınca, Avusturya'dan sonra sıranın Çekoslovakya'ya geleceği anlaşılıyordu. Fakat Avusturya başbakanının bir hareketi Hitler'in ümitleri için büyük bir engel ortaya çıkardı ve dolayısıyla Anschluss metodunu da değiştirmek zorunda bıraktı. Schuschnigg 9 Martta, Avusturya halkının bağımsızlığını korumak isteyip istemediği hakkında 13 Martta bir plebisit yapılacağını ilan etti. Schuschnigg'in plebisit kararı Hitler'i son derece sinirlendirdi. Avusturya'yı askerle işgale karar verip, 11 Martta Avusturya'ya verilen bir ültimatomda Schuschnigg'in başkanlıktan çekilip yerine Seyss-İnquart'ın getirilmesi istendi. Schuschnigg buna da boyun eğdi ve cumhurbaşkanı Miklas, 11 Mart akşamı Seyss-Inquart'ı başbakanlığa getirmek zorunda kaldı. Aynı anda Alman orduları Avusturya sınırlarından girerek memleketi işgale başladılar. 12 Mart günü Alman zırhlı kuvvetleri Viyana'ya giriyordu. Avusturya işgal edilmişti. Avusturya'nın Almanya'ya ilhakı üzerine, bu memleket 3'üncü Reich'ın bir eyaleti (Land) olarak ilan edildi ve bu eyalete Ostmark adı verildi. Anschluss karşısında Batılı devletlerin tepkisi çak zayıf oldu. Alman orduları Avusturya'yı işgale başladıkları gün Fransa hükümetsizdi. Siyasal istikrarsızlık ve hükümet buhranları Fransa'yı felce sürüklemişti. İngiltere'de Başbakan Chamberlain yatıştırma politikasına sımsıkı sarılmıştı. Daha 12 Şubatta Berchtesgaden'da Hitler Schuschnigg'e ültimatom verdiği zaman Chamberlain, hiçbir tepki göstermemiş ve bundan hayret edilecek bir şey olmadığını, iki devlet adamının aralarındaki münasebetleri geliştirmek için bazı tedbirler aldığını söylemekle yetinmişti. 20 Martta da, bir özel mektubunda, Almanya Çekoslovakya'yı da işgal etmek isterse, ne Fransa'nın ve ne de İngiltere'nin bir şey yapamayacağını, bunu anlamak için haritaya bakmanın yeterli olacağını, bu sebeple İngiltere'nin Çekoslovakya'ya herhangi bir garanti veremeyeceğini yazıyordu. Anchluss Amerika üzerinde bir tepki meydana getirmedi. Dışişleri Bakanı Cordell Hull, 17 Martta verdiği bir söylevde, milletlerarası hukuk düzenine saygının zorunluluğundan söz ettiyse de, Amerika'nın dünya üzerinde polis görevi yapmaya niyetli olmadığını da belirtmekten geri kalmadı. Öte yandan Amerika, Avusturya'nın kendisine olan borçlarını şimdi Almanya'nın ödemesi gerektiğini bildirdiyse de, Hitler bunu tereddütsüz reddetti. Almanya'nın Avusturya'dan sonra Çekoslovakyaya dönmesi ihtimali Sovyet Rusya'yı endişelendirdi. Bunun için, İngiltere ve Fransa'ya başvurup, 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Milletler Cemiyeti çerçevesi içinde işletilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını teklif etti. Hatta İngiltere'de bazı çevreler bir Fransız-İngiliz-Sovyet ittifakının kurulmasını ileri sürdülerse de, ne Fransız ve nede İngiliz hükümetleri bu fikirlere olumlu bir tepki gösterdi. İngiltere ile Fransa'nın bu tutumları Sovyet Rusya için ümit kırıcı olduğundan, 1938 yazından itibaren Sovyet Rusya Almanya ile yakınlaşma imkanlarını aramaya başladı. Anschluss karşısında İtalya'nın hiçbir harekette bulunmaması Hitler'i adeta minnettar bıraktı. Mussolini 16 Martta Faşist Meclisinde verdiği söylevde, İtalya'nın Avusturya'nın bağımsızlığı ile ilgilendiğini, lakin son olayların Avusturya halkının Anschluss'u istediğini gösterdiğini, bu durumda da İtalya'nın bir şey yapamayacağını söylüyordu.

8  Çekoslovakya'nın Parçalanması
Hitler 20 Şubat 1938 söylevinde, Avusturya'nın yanı sıra Çekoslovakya'ya değinerek, bu memleketteki Alman azınlığı ile de ilgileneceğini anlatmıştı. Bununla beraber, Alman ordularının Viyana'ya girdiği gün, Mareşal Goering Çekoslovak elçisine, Avusturya'nın işgalinden ötürü Çekoslovakya'nın endişe etmesine lüzum olmadığını, Hitler'in Çekoslovakya ile münasebetlerini geliştirmek istediğini, Avusturya meselesinin "bir aile meselesinden başka hiçbir şey" olmadığını söylemiş ve bu konuda şeref sözü vermişti. Fakat Anschluss, Çekoslovakya'nın Südet Almanlarını da harekete geçirmekten geri kalmadı ve Nisan ayından itibaren gelişen Çekoslovakya buhranı bu memleketin parçalanması sonucunu verdi. Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon kadar Alman vardı ve bunlar daha ilk günden itibaren Prag hükümeti ile çatışma içine girmişlerdi. Almanya'da Nazizm'in gelişmesi ile birlikte Südet Almanları da teşkilatlanmaya başladılar ve bunlar Konrod Henlein'in liderliğinde "Vatan Cephesi"ni (Heimatfront) kurdular. Bu parti 1935 yılında Südet Almanları Partisi adını aldı ve o yılki seçimlerde 44 milletvekilliği kazandılar. Avusturya'nın Almanya'ya ilhakından sonra bu parti, Almanya'daki Nazi Partisi gibi teşkilatlanarak bir takım milis ve tedhiş teşkilatları kurdu. Bunun arkasından da, Konrad Henlein, 23 Nisan 1938 de Karlsbad'da verdiği bir söylevde, Südet Almanları için, Karlsbad Programı adını alan ve sekiz noktada toplanan istekleri ileri sürdü. Buna göre, Südetler bölgesine otonomi verilecek, Südet Almanları istedikleri siyasal doktrini seçecek ve Çekoslovakya Sovyetler Birliği ile bağlarını gevşetecekti. Bu sonuncu nokta ile anlatılmak istenen, Çekoslovakya'nın Sovyet Rusya ile ittifaktan uzaklaşması ve Almanya'ya yaklaşmasıydı. Karlsbad Programı Almanya'da bütün Nazi basını tarafından hararetle desteklendi ve Alman basını Çekoslovakya aleyhine geniş bir kampanya açtı. Mayıs ayında Alman-Çekoslovakya münasebetleri bir buhran içine girdi. Almanya Çekoslovak sınırlarına asker yığmaya başlayınca, Prag hükümeti 21 Mayısta kısmi seferberlik ilan etti. Bu durum ise Hitler'i büsbütün sinirlendirdi. 28 Mayısta Çekoslovakya'yı istilaya karar verdi. 2 Ekim'de Çekoslovakya işgal edilecekti. Almanya'nın Çekoslovak sınırlarına asker yığması, Südet Almanlarının cesaretini daha çok artırdı ve azınlıklar hakkında yeni bir kanun hazırlamakta olan Prag hükümetine 14 maddelik bir program vererek isteklerini daha da arttırdılar. Südet buhranının bu gelişmesi İngiltere ile Fransa'yı harekete geçirdi. Fransa'nın Çekoslovakya ile 1924 tarihli bir ittifakı vardı. Fransa bu ittifakın gereğini yerine getireceğini ilan etmekle beraber, İngiltere'den ayrılamıyordu. Öte yandan, Fransa'nın iç durumu karışıktı. Anschluss günü iktidara gelen Blum kabinesi ancak dört hafta dayanabilmiş ve yerini Edouard Daladier kabinesine terk etmişti. Yeni kabinenin Dışişleri Bakanı Georges Bonnet İngiliz Başbakanı Chamberlain gibi yatıştırma taraftarı idi. Buna rağmen Daladier Kabinesi Almanya'ya karşı kararlı davranmak istedi. Fakat İngiltere ihtiyatlı davranmak isteyince, Almanya'ya karşı etkili bir İngiliz-Fransız işbirliğini mümkün kılmak için, Fransa İngiltere'yi izledi. Sovyet Rusya da 1935 de Çekoslovakya ile bir ittifak yapmıştı. Fakat bu ittifakın işlemesi Fransa'nın da yardımına gelmesine bağlıydı. Buna rağmen Sovyet hükümeti ittifaktaki taahhütlerini yerine getirmeye hazır olduğunu ilan etti. Esasen Hitler de Çekoslovakya'yı işgale karar verirken Fransa ve İngiltere'nin Çekoslovakya'nın yardımına gitmeyeceklerini, Sovyet Rusya'nın ise Çekoslovakya'yı destekleyeceğini düşünmüştü. Bu düşünce doğru çıktı. Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya'yı desteklemek istemesine rağmen, İngiltere ve Fransa buna yanaşmadılar. Bir defa, Sovyetlerin Çekoslovakya'nın yardımına gidebilmesi için Polonya ve Romanya'nın geçit vermesi gerekiyordu, iki devlet bu geçidi vermediler. İkinci olarak, 1937 yılında Stalin siyasal rakiplerini tasfiye için büyük bir temizlik hareketine girişmiş ve binlerce yüksek rütbeli subay ordudan tasfiye edilmişti. İngiltere ve Fransa, Sovyet Rusya'nın askeri durumunun yeteri kadar yardıma imkan vermeyeceğini düşünüyorlardı. Kaldı ki İngiltere'ye göre, Sovyetler yardıma gelse bile, Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgaline engel olunamadı ve üstelik Çekoslovakya'nın yardımına gitme yüzünden, sonucu belli olmayan genel bir savaş da çıkabilirdi. Üç devlet bu şekilde bir cephe birliği kuramadı ve İngiltere işi barışçı yolla çözümlemeye çalıştı. Prag hükümeti ile Südet Almanlarının arasını uzlaştırmak için Ağustos başında Lord Runciman'ı Prag'a yolladı. Runciman aracılık için uğraşırken, buhran yeniden şiddetlendi. Almanya Çekoslovakya'ya karşı bir sinir savaşı açtı. 1 milyon Alman silah altına çağrıldı ve Almanya Ren bölgesinde istihkamlar yapımını hızlandırdı. 12 Eylülde Hitler verdiği bir söylevde, Südet Almanlarına hürriyetleri verilmezse, bunu kendi eliyle vereceğini ilan etti. Bu söylev üzerine, Südet Almanları ile polis kuvvetleri arasında çarpışmalar başladı. Her iki taraftan da can kayıpları oldu. Şiddetlenen buhranı ortadan kaldırmak için İngiltere Başbakanı Chamberlain 15 Eylülde Berchtesgaden'da Hitler'le görüştü. Hitler, Çekoslovak meselesini çözümlemek için bir dünya savaşını bile göze aldığını bildirince, Chamberlain, Südetlerin Almanya'ya ilhakı için Fransa ve Çekoslovakya'yı ikna edeceğine söz verdi. Gerçekten Çekoslovakya boyun eğdi. Fakat bu sefer Polonya Teschen bölgesini ve Macaristan da Slovakya'dan toprak istediler. Hitler bu iki devletin isteklerini de benimsedi. Kendisini ziyarete gelen Macar Başbakan ve Dışişleri Bakanına, Çekoslovakya'yı parçalamak için son fırsatın ortaya çıktığını, Macaristan'ın tereddüdü bırakması gerektiğini söylüyordu. Almanya'nın Macaristan ve Polonya'nın da isteklerini desteklemesi, Eylül ayı sonunda buhranı daha genel bir şekle soktu. Çekoslovakya genel seferberlik ilan etti. Fransa ile İngiltere arasında askeri görüşmeler başladı. Mussolini verdiği söylevlerle Hitler'in destekliyordu. Polonya Teschen bölgesini işgale hazırlanıyordu. Nihayet Hitler 23 Eylüldeki söylevinde, 1 Ekime kadar Südet bölgesinin Almanya'ya teslimini isteyince, genel bir savaş bir an meselesi gibi göründü. İngiltere donanmanın seferberliğine karar verdi. Fakat İngiltere ve Fransa daha ileriye gitmeye niyetli değillerdi. Mussolini'ye başvurarak Almanya nezdinde nüfuzunu kullanmasını istediler. Bunun üzerine Mussolini'nin teşebbüsü ile Çekoslovak meselesinin bir konferansta görüşülmesine karar verildi. Konferans, Hitler, Mussolini, Daladier ve Chamberlain'in katılması ile 29 Eylül 1938 de Münih'de toplandı. Münih Konferansı, 30 Eylül sabahının ilk saatlerinde kararını verdi: Südetler dört merhalede Almanya'ya teslim edilecekti. Buna karşılık İngiltere ve Fransa Çekoslovakya'nın sınırlarını garanti ettiler. Münih Konferansının arkasından 2 Ekim'de Polonya Teschen bölgesini işgal etti. Almanya ve İtalya'nın aracılığı ile 2 Kasım 1938 de Macaristan ile Çekoslovakya arasında yapılan bir anlaşma ile de, Çekoslovakya, Slovakya'dan sınır boyunca bir toprak şeridini Macaristan'a terk etti. Barış antlaşmalarının eseri olan Çekoslovakya bu şekilde parçalanmıştı. Bu küçük devletin kurucularından Cumhurbaşkanı Dr. Beneş, üzüntüsünden memleketini terk etmek zorunda kaldı. Çekoslovakya buhranının en önemli sonuçlarından biri de, Sovyetlerin Batılılara karşı güvensizliğinin artması olmuştur. Çekoslovakya'nın kaderi tayin edilirken, bu devletle ittifakı olan Sovyet Rusya'nın Münih Konferansına davet edilmemesi ve Sovyet Rusya'ya hiç danışılmaması Sovyetleri kızdırmıştır. Sovyetler, Batılıların ve özellikle İngiltere'nin Almanya'yı Sovyet Rusya'ya karşı oynamak istediği kanısına varmışlardır. İngiltere'ye duyulan bu kızgınlık dolayısıyladır ki, Pravda gazetesi 21 Eylülde yayınladığı uzun bir başyazıda, "Alman ve İngiliz soyguncuları" arasında hiçbir fark bulunmadığını, İngiltere ve Fransa'nın ateşle oynadıklarını yazmıştır. Bu durum Sovyet Rusya'nın Almanya ile anlaşmaya varma eğilimini daha da kuvvetlendirmiştir.

9  Savaş Yılı: 1939
Çekoslovak buhranında Batılıların göstermiş oldukları pasif davranış, Berlin-Roma Mihverinin yayılma ve genişleme emellerini daha fazla kamçılamış ve Almanya ile İtalya'nın peş peşe çıkardıkları buhranlarla Avrupa 1939 Eylülünde nihayet savaşa varmıştır. Bu kısımda İİ' inci Dünya Savaşına varan gelişmeleri belirtmeye çalışacağız.

A) Çekoslovakya'nın Sonu
Çekoslovakya'nın Südetleri kaybetmesi, dış politikası üzerinde de etki yapmıştı. Dr. Beneş'in istifasından sonra Cumhurbaşkanlığına Dr. Emil Hacha gelmiş ve Dışişleri Bakanlığına da Dr. Frantisek Chvalkovsky getirilmişti. Yeni Çekoslovak hükümeti Almanya'ya güven vermek ve Alman saldırısından kendisini korumak için, Almanya'ya yaklaşma ve onunla yumuşak münasebetler kurma yoluna gitti. Fakat bu politika Çekoslovakya'yı yok olmaktan kurtaramadı. Münih Konferansında İngiltere ve Fransa Çekoslovakya'nın sınırlarını garanti etmişlerdi. Dışişleri Bakanı Chvalkovsky, Almanya ile yaklaşma politikasına da dayanarak, 14 Ekim 1938 günü Münih'de Hitler'le görüştüğü zaman, İngiltere ve Fransa gibi Almanya'nın da Çekoslovakya sınırları için garanti verip vermeyeceğini sormuş ve Hitler'den şu cevabı almıştı: "İngiltere ve Fransa'nın garantilerinin değeri yoktur... yegane etkili garanti Almanya'nınkidir". Bu sözler Münih Konferansından iki hafta sonra, Hitler'in kafasındaki düşüncenin ifadesiydi. Hitler, bu garantiyi vermek şöyle dursun, daha o zaman Çekoslovakya'yı ortadan kaldırmaya karar vermişti. Nitekim 21 Ekim'de Alman ordularına verdiği gizli talimatta Çekoslovakya'nın işgali için hazır olunması emrini vermiş ve bu işgal karşısında herhangi bir milletlerarası tepki beklemediğini de belirtmişti. Almanya'nın Südetleri sınırları içine katmasıyla birlikte, Çekoslovakya'daki azınlıklar da muhtariyet için harekete geçmişler ve bu durum karşısında Prag hükümeti de 19 Kasım 1938 de kabul ettiği bir kanunla Çekoslovakya için federal bir sistem kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu federal sistem içinde Slovakya ve Rutenya muhtariyetlerini kazanmışlardı. Slovak muhtariyet hareketinin öncülüğünü, Nazi eğilimli Slovak Halk Partisi yapmıştı. Slovakya muhtariyetini kazanır kazanmaz, Slovak hükümetinin başkanı ve Slovak Halk Partisinin lideri Dr. Tiso hemen Hitler ile temas kurdu. Öte yandan Almanya, Bohemya ve Moravya'da bulunan 350.000 kadar Almanı da Almanya ile birleşmek için kışkırtmaya başlamıştı. Slovak liderlerinin, Berlin'in talimatına uyarak tam bağımsızlık için çaba harcamaları, Çekoslovakya'nın sonunu getiren buhranın başlangıcını teşkil etti. 9 Mart 1939 da Slovak hükümeti bağımsızlık isteyince, Cumhurbaşkanı Hacha ertesi günü Dr. Tiso'yu başbakanlıktan uzaklaştırdı. Slovakya'da sıkıyönetim ilan edildi. Bunun üzerine Dr. Tiso 13 Martta Berlin'de Hitler'le görüştükten sonra, 14 Martta Slovakya'nın bağımsızlığını ilan etti. Aynı gün Hitler Çekoslovak Cumhurbaşkanı Hacha'yı Berlin'e davet etti ve Hacha'ya, baskı altında, Çekoslovakya'nın Almanya'nın himayesi altına bırakıldığını belirten bir belgeyi 15 Mart sabahının ilk saatlerinde imza ettirmeye muvaffak oldu. Bu sırada Alman orduları da Çekoslovak sınırlarından içeri esasen girmiş bulunuyorlardı. 15 Mart 1939 günü öğleyin Alman kıtaları Prag'ı işgal ettiler. Çekoslovakya haritadan silinmişti. 15 Mart günü Macar kıtaları da Rutenya'ya girerek 16 Martta Rutenya'yı Macaristan'a ilhak ettiler. Çekoslovakya'nın Alman egemenliği altına düşmesi, Hitler'in politikasının üçüncü safhasını teşkil etmekteydi. Südetler'in alınması ile "bir Millet, bir Devlet" politikasının son adımlarından biri atılmıştı. Halbuki Çekoslovakya'nın Alman egemenliğine girmesiyle, Alman olmayan unsurlar da Almanya'nın sınırları içine katılmış oluyordu. Bu ise Hitler politikasının "Hayat Sahası" (Lebensraum) politikasını açıyordu, Hitler 15 Mart günü Alman milletine yayınladığı demeçte, Çekoslovakya'nın işgalini "Hayat Sahası" ve "Yeni Düzen" sebepleri ile açıklamaktaydı. Almanya'nın bu yeni politikası şimdi korkutucu bir nitelik kazanıyordu. Çünkü, Almanlarla meskun bütün toprakları Almanya'nın sınırları içine katma politikasının bir sınırı vardı. O da Almanya dışında yaşayan Alman halkları idi. Fakat Hayat Sahası ve Yeni Nizam deyimlerinin ise sınırlayıcı bir niteliği yoktu. Bu, Almanya'nın kendi takdirine kalmış bir şeydi. Bu sebeple, Almanya'nın Hayat Sahası ve Yeni Nizam sloganları, bundan sonra Batılıların Almanya'ya karşı tutumlarını sertleştirecek ve politikalarını değiştirecektir.

B) Almanya'nın Memel'i Alması
Hitler, 21 Ekim 1938 de Çekoslovakya'nın işgali için Alman ordularına verdiği talimatta, aynı zamanda Memel'in de Alman sınırları içine katılacağını söylemişti. Şimdi Çekoslovakya meselesi çözümlenince Memel meselesi de ele alındı. 21 Mart günü Litvanya devlet adamları Berlin'e davet edildiler. 22 Mart günü Berlin'de yapılan görüşmeler sonunda, 23 Mart sabahının erken saatlerinde Litvanyalılar Memel'i Almanya'ya terk eden anlaşmayı imzalamak zorunda kaldılar. Esasen kendilerine, dışarıdan yardım umarak kendilerini aldatmamaları söylenmişti. Çekoslovakya'nın işgali karşısında Batılıların bir şey yapmadığını gören Litvanya da kendisini aldatmadı ve Almanya karşısında boyun eğdi. 23 Mart günü Hitler bizzat Memel'e girdi. Yeni bir Alman toprağı daha Alman sınırları içine katılmış ve Versay'dan bir sayfa daha yırtılmıştı.

C) Almanya-Romanya Ticaret Anlaşması
Çekoslovakya'nın işgali ile Almanya bu memleketteki Skoda silah fabrikalarını ve Çekoslovak endüstrisini eline geçirmiş olmaktaydı. Bu, Almanya'nın Hayat Sahası politikasını da bir bakıma açıklamaktaydı. Yine aynı politika çerçevesi içinde Almanya Romanya'yı da nüfuzu altına aldı. 1938 Şubatından beri Romanya Kralı monarşik diktatörlüğünü kurmuş ve Nazi eğilimli bir politika izlemekteydi. Hitler bu fırsatı kaçırmadı ve 23 Mart 1939 da Almanya ile Romanya arasında bir ticaret anlaşması imzalandı. Buna göre, Almanya'nın Romanya'ya endüstri teçhizatı ve kara, deniz ve hava silahları vermesine karşılık, Romanya'nın ormanları, petrolleri, pirit, krom, manganez ve alimünyum madenleri ortak Alman-Romen şirketleri tarafından işletilecekti. Revizyonist Macaristan'ın Almanya ile işbirliği yaparak Rutenya'yı Çekoslovakya'dan alması, şüphesiz Romanya'yı korkutmuştu. Macaristan Almanya'ya dayanarak Transilvanya ve Bukovina'yı da ele geçirebilirdi. Şimdi Romanya da Almanya'ya yaklaşmak suretiyle bu tehlikeye karşı kendisini korumuş oluyordu. Almanya'nın, Çekoslovak endüstrisini ele geçirdikten sonra şimdi Romanya'nın petrol, maden ve orman kaynaklarına el atması ve Romanya'nın Almanya'nın ekonomik nüfuzu altına düşmesi en fazla Sovyetleri korkutmuş görünmektedir. 23 Mart günü Pravda, İngiltere ve Fransa kolektif güvenliğe daha fazla sadakat göstermediği takdirde Sovyetlerin demokrasiler hakkında duyduğu şüphenin daha vahim bir hal alacağını yazıyordu.

Ç) Batılıların Tepkisi: Polonya'ya Garanti
Almanya'nın Çekoslovakya'yı ortadan kaldırması ve Romanya'yı da ekonomik nüfuzu altına almak için çaba harcaması, genel olarak Batılıları ve özellikle İngiltere'yi yatıştırma politikasından ayıran bir dönüm noktası teşkil etti. Almanya doğuya doğru (Drang nach Osten) bir genişleme faaliyeti gösteriyordu ve bu da Orta Avrupa'da Almanya'yı gittikçe üstün durumda geçirecek nitelikte bir gelişmeydi. Bu gelişmenin en belirli işaretlerinden sonuncusu, şimdi Almanya'nın Polonya ile de uğraşması ve Dantzing'i de Alman sınırları içine katmak için Polonya üzerinde baskıya geçmesiydi. Esasına bakılırsa Dantzig meselesini biraz da Polonya'nın kendisi kışkırtmış ve kamçılamıştır. Polonya'nın Berlin Büyükelçisi Lipski, 24 Ekim 1938 günü Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile yaptığı bir görüşmede, Karpatlar Ukrayna'sı (Rutenya) halkının % 80'inin cahil olması dolayısıyla komünizm için bir kışkırtma yuvası teşkil ettiğini, bu bölgenin Çekoslovakya ile Polonya arasında bir takım olaylara sebep olduğunu ve bundan dolayı Polonya'nın, halkının Macar ve Ruten olması dolayısıyla, buranın Macaristan'a ilhak edilerek Macaristan ile ortak sınırlara sahip olmayı arzu ettiğini bildirdi. Macaristan ile Polonya ortak sınıra sahip olursa Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya ile hiçbir bağlantısı kalmayacaktı. Ribbentrop verdiği cevapta, bu teklifin Almanya için yeni bir şey olduğunu, bu meseleyi ele alacağını, lakin Almanya için önemli olanın, kendisiyle Polonya arasındaki sürtüşme noktalarının ortadan kaldırılması olduğunu, bunun için de Dantzig serbest şehrinin Alya'nın sınırları içine katılması ve Polonya'nın, Almanya ile Doğu Prusya arasında bir karayolu yapılması hususunda geçit vermesi gerektiğini söyledi. Ribbentrop'a göre, Polonya bu istekleri kabul ederse, iki devlet arasındaki 1934 anlaşması 25 yıl için yenilenecek ve Anti-Komintern Pakt çerçevesi içinde Sovyet Rusyaya karşı mücadele edeceklerdi. Polonya 25 Ekim 1938 de verdiği cevapta, Dantzig'in Almanya'ya katılmasına razı olamayacağını, yalnız Dantzig'in bağımsızlığının Milletler Cemiyetinin garantisi altından çıkarılıp, ortak Alman-Polonya garantisi altına konulabileceğini bildirdi. Almanya'nın istediği cevap bu değildi. Bununla beraber, bu konudaki görüşmeler 1939 Şubatının başına kadar sürdü. Fakat Almanya, Dantzig meselesinde Polonya'nın boyun eğmeyeceğini daha Kasım ayında anlamış olmalı ki, Alman ordularına, 19 Kasım 1939 günü Dantzig'i işgal için gerekli planların hazırlanması emri verildi. Dantzig konusundaki görüşmeler devam ederken, bir yandan Alman basını da Dantzig konusunda Polonya aleyhine bir kampanya açtı. Durum bu şekilde iken Almanya'nın Çekoslovakya'yı haritadan silmesi, Batılıları uyandırdı. Çünkü, Hitler, Münih'de, İngiltere ve Fransaya, Südetlerin Almanya'nın son toprak isteği olduğunu söylemişti. Südetler Almanlarla meskun olduğu için Batılılar da Südetlerin Almanya'ya geçmesini kabul etmişlerdi. Halbuki Çekoslovakya'nın geri kalan kısmının Almanlarla ilgisi yoktu. Şu halde Almanya, doğrudan doğruya topraklarını genişletme peşinde koşuyordu. Üstelik Hitler şimdi bir Hayat Sahası ve Yeni Düzen'den söz ediyordu. Artık bu gidişi durdurmak gerekiyordu. Bu sebeple, İngiltere Başbakanı Chamberlain, 17 Mart 1939 da Birmingham'da verdiği bir söylevde, "Bu eski bir maceranın sonu mudur, yoksa yeni bir maceranın başlangıcı mıdır?" diye sorduktan sonra, İngiltere'nin barış için her şeyi feda edebileceğini, lakin yüzyıllar boyu sahip bulunduğu hürriyetten vazgeçemeyeceğini söyledi. Arkasından, 21 Martta Polonya, Fransa ve Sovyet Rusya'ya, herhangi bir Avrupa devletinin bağımsızlığına yönelen bir tehdit halinde, buna karşı koymak için alınacak tedbirler hakkında birbirlerine danışmayı öngören bir Dörtlü Deklarasyon teklif etti. Bu teklife karşılık Sovyet Rusya verdiği cevapta İngiltere, Fransa, Polonya, Romanya ve Türkiye ile kendisinin de katılmasıyla Bükreş'de bir konferans toplanmasını teklif etti. İngiltere bu teklifi pratik bulmadı. Çünkü kritik durum için hemen etkili bir tedbir almak gerekiyordu. Halbuki esasında Chamberlain, Sovyet Rusya'nın askeri gücüne güvenemediği gibi, bu devletin niyetlerinden de şüphe ediyordu. Üstelik Romanya, Polonya ve Finlandiya gibi küçük devletlerin de Sovyetlere güveni yoktu. Bu sebeple Sovyet teklifi kabul edilmedi. Fakat Sovyetlerle bir anlaşmaya varılamadığı gibi, Polonya da İngiltere'yi sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa 31 Mart 1938 de Polonya'ya garanti verdiler. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleri ile Polonya'ya yardım edeceklerdi. 6 Nisan'da da Polonya İngiltere'ye garanti verdi. Batılıların bu şekilde yatıştırma politikasından ayrılarak Almanya'ya karşı koymaya karar vermeleri, 31 Marttan itibaren iki taraf arasında İİ' inci Dünya Savaşına varan gerginliği ve buhranları şiddetlendirmiştir. Çünkü Batılıların garantisi karşısında Almanya gerilemedi, aksine, 11 Nisan günü Alman ordularına verilen talimatta, 1 Eylül 1939 günü Polonya'yı ezmek için harekete geçileceği bildirildi. Yine bu talimatta, İngiltere ve Fransa'nın harekete geçmeyeceği, Sovyet müdahalesinin ise Polonya'yı kurtaramayacağı söylenmekteydi. Almanya bu kararı verirken, İtalya'nın da 7 Nisan'dan itibaren Arnavutluğu işgale başlamasını da göz önüne almıştı. Berlin-Roma Mihveri kendisini Avrupa'ya empoze ediyordu.

D) İtalya'nın Arnavutluğu İşgali
İtalya'nın Arnavutluğu işgali, garip bir nokta olmak üzere, Berlin-Roma münasebetleri ile yakından ilgilidir. İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Ciano 1938'den itibaren Arnavutluğun İtalya'ya katılması için Mussolini nezdinde ısrarda bulunmuşsa da, Mussolini bu işe hemen karar verememişti. Lakin Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgali Mussolini'nin de durumunu değiştirmiştir. Çünkü bu olayla birlikte, Hırvatların da Almanya'nın himayesi altına girmek istediklerine dair söylentiler çıkmış ve bu da Mussolini'yi telaşlandırmıştır. Bu söylenti gerçekleştiği takdirde, Almanya Adriyatiğe kadar gelmiş olacaktı. Bunun içindir ki, bu söylentiler karşısında Mussolini, "Hiç kimse gamalı haç'ın Adriyatiğe yerleşmesini hoşgörülülükle karşılayamaz" demiş ve Berlin-Roma Mihverinin önemli şartlarından birinin de, Akdeniz'in İtalyan nüfuzu altına bırakılması olduğunu Almanya'ya hatırlatmıştı. Almanya, kendisinin Akdeniz'de gözü olmadığı hususunda İtalya'ya teminat vermekle beraber, Hitler'in peş peşe kazandığı başarılar Mussolini'nin gururuna dokundu. İtalya sanki Almanya'nın bir peyki durumunda kalmıştı. Bu sebeple Mussolini, "politik fahişe durumunda kalamayız" diyerek, o da kendi gücünü göstermek için Arnavutluğu işgale karar verdi ve 5 Nisan 1939 da bu niyetini Almanya'ya da bildirdi. Almanya Mussolini'nin bu teşebbüsünü hararetle destekledi. Çünkü İtalya Arnavutluğa yerleşince, Roma'nın, Londra, Paris ve Belgrad'la münasebetleri bozulacak ve İtalya Almanya'ya daha sıkı bir şekilde bağlanmak zorunda kalacaktı. Esasen bu sırada Almanya, İtalya ve Japonya arasında, Çelik Pakt adını alacak olan bir ittifakın görüşmeleri yapılmakta idi. Böylece, İtalya kendi bağımsız gücünü ispat etmek için giriştiği Arnavutluk anschluss'u ile kendisini daha fazla yalnızlığa mahkum ediyor ve dolayısıyla kendi kaderini Almanya'nın kaderine daha sıkı bir şekilde bağlamak zorunluluğu karşısında kalıyordu. Alman ordularının Prag'a girdiği günden itibaren Bari ve Brindizi limanlarında hazırlanan İtalya donanma ve askerleri, 7 Nisan 1939 sabahından itibaren Arnavutluğu işgale başladılar. Arnavutluk daha 1926'dan beri İtalya'nın nüfuzu altında bulunduğu için, bu işgal zor olmadı. 12 Nisan günü Tirana'da toplanan bir Arnavutluk Kurucu Meclisi, Arnavutluk tacını İtalya Kralına tevdi etti ve bu şekilde İtalya Kralı İİİ' üncü Victor Emmanuel, Habeşistan İmparatorluğundan sonra şimdi bir de Arnavutluk Kralı unvanını kazanmış oldu. 20 Nisan'da Roma ve Tirana hükümetleri arasında imzalanan bir anlaşma ile, iki memleket arasında bir gümrük, para ve ekonomik birliği kuruldu. 3 Haziran'da yayınlanan bir kanunla da Arnavutluğun statüsü tespit edildi.

E) Batılıların Tepkisi-Çelik Pakt 
İtalya'nın Arnavutluğa girmesiyle Doğu Akdeniz ve Balkanlar statükosu ağır bir tehdit altına girmiş oluyordu. Bu gelişmenin yanında, Almanya'nın da Tuna bölgesinde Doğuya doğru genişlemekte olduğu, 1939 Şubatında Macaristan'ın da Anti-Komintern Pakt'a katıldığı ve Almanya'nın Romanya'yı da ekonomik kontrol altına almak için çaba harcadığı göz önüne alınınca, Mihver'in Orta Avrupa'dan doğuya doğru yayılmakta olduğu belirli bir şekilde ortaya çıkmaktaydı. Çekoslovakya'nın yok olması karşısında ne Fransa ve ne de Yugoslavya ile Romanya bir harekette bulunabilmişler ve bunun sonucu olarak da Küçük Antant da dağılmıştı. İtalya'nın Arnavutluğu işgali ise, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında 1934 de yapılmış olan Balkan Antantı'na ağır bir darbe indirdi. Çünkü, şimdi kendisini Mihver devletleriyle sarılmış gören Yugoslavya, Batılıların garantisini reddedip, Mihver'le iyi geçinme yolunu tercih etti ki, bu Balkan Antantının etkisini kaybetmesi demekti. Bu sebeplerden ötürü, İngiltere ve Fransa 13 Nisan 1939 da Yunanistan ve Romanya'ya garanti verdiler. Türkiye ise tek taraflı garanti yerine, karşılıklı yardımı öngören bir ittifakı tercih ettiği için, bu ittifakın ilk adımı olmak üzere, 12 Mayıs 1939 da İngiltere ile bir karşılıklı yardım deklarasyonu imzaladı. Bu deklarasyon, İtalya'nın Arnavutluğu işgaline İngiltere'nin verdiği bir cevap oluyordu. Batılıların Mihver'in yayılmasına karşı bu kararlı politika ve davranışları en fazla Mussolini'yi sinirlendirmiş ve İtalya'yı Almanya'ya daha fazla iterek, iki devlet arasında Çelik Pakt adını alan ittifakın imzası sonucunu vermiştir. Bu ittifak Batılıların tepkisine karşı, Mihver'in karşı-tepkisini teşkil ediyordu. Berlin-Roma-Tokyo arasında bir ittifak teklifi ilk önce Almanya'dan gelmiş ve ilk ittifak tasarısı İtalya'ya Münih Konferansı sırasında verilmiştir. Bu tasarı, taraflardan birinin "kışkırtılmamış bir saldırıya" hedef olması halinde, diğerlerinin her türlü yardımını öngörmekteydi. Mussolini, bu teklifi müsait karşılamakla beraber, İtalyan kamu oyunun Almanya ile bir askeri ittifakı kabule hazır olmaması dolayısıyla, hemen kabul etmemiştir. Bununla beraber, bu konudaki görüşmeler devam etmiştir. Fakat bu arada Japonya ittifak konusunda farklı bir görüş ileri sürdü. İttifak ancak Sovyet Rusya ile bir savaş halinde uygulanmalıydı ve Japonya bakımından önemli bazı ekonomik sebeplerle, bu ittifakın kendilerine yönelmemiş olduğu İngiltere, Fransa ve Birleşik Amerika'ya bildirmeliydi. Halbuki Almanya bu ittifakı ileri sürerken, Sovyet Rusya'nın doğuda daha uzun yıllar zayıf bir durumda kalacağını, oradan bir tehlike gelmeyeceğini ve bu sebepte de ittifakın esas itibariyle Batı Demokrasilerine yönelmesi gerektiğini düşünmüştü. Bu görüş farklılıkları sebebiyle üçlü ittifak işi uzadı. Ayrıca, Nisan ayından itibaren Sovyet Rusya ile Almanya arasında uzlaşma ihtimali de belirince, Almanya Japonya'nın üstüne hiç düşmedi. Lakin Batılıların Yunanistan ve Romanya'ya garanti vermeleri ve özellikle İngiltere'nin, karşılıklı yardım deklarasyonu için Türkiye ile müzakerelere girişmesi Mussolini'yi sinirlendirdi. Ve ittifakın derhal imzası için Almanya'ya başvurdu. Almanya İtalya ile ikili bir ittifakı istememekle beraber, Hitler, Polonya ile olan Dantzig anlaşmazlığında Batılılara gözdağı vermek ve bu suretle onların Polonya lehine müdahalelerini önlemek için, İtalya ile ittifakı kabul etti ve 22 Mayıs 1939 da Çelik Pakt (Patto d'Acciaio) adını alan Alman-İtalyan ittifakı imzalandı. Her iki devletin "hayat sahası"nı sağlama amacına yönelen bu ittifaka göre, taraflar birbirlerini ilgilendiren bütün meselelerde birbirlerine yardım edecekler ve taraflardan biri, bir veya daha fazla devletle savaşa tutuşacak olursa, diğeri ona bütün gücü ile yardım edecekti. Halbuki Münih Konferansı sırasında Almanya'nın verdiği ilk tasarıda sadece "kışkırtılmamış savaş" hali söz konusu idi. Mussolini Almanya ile ittifakın imzalanması için ısrar edince, Hitler bundan faydalanarak tasarıdan "kışkırtılmamış" deyimini çıkartmış ve bu suretle, kendisinin açacağı bir savaşa İtalya'nın da girmek zorunluluğunu kabul ettirmişti. Mussolini'nin bunu kabul etmesi ise, Batılıların Balkan devletlerine verdiği garantiyi bir onur meselesi yapması ve Batılılara her ne şekilde olursa olsun bir cevap vermek istemesiydi. Yoksa, ittifakın imzasından bir hafta sonra, İtalya'nın bir savaş için 1942'den önce hazır olamayacağını kendisi söylüyordu. Çelik Paktın imzası ile Mihver'le Batılılar arasında uçurum adamakıllı derinleşmiş bulunmaktaydı. Almanya, 27 Nisan 1939 da, İngiltere'nin kendisini çember içine almak için çaba harcadığını ileri sürerek, 1935 İngiliz-Alman deniz anlaşmasını feshetmişti. Yine aynı gün Polonya'ya verdiği bir nota ile de, 1934 tarihli Almanya-Polonya saldırmazlık anlaşmasını feshetti. Arkasından, 31 Mayıs 1939 da Danimarka ile bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Danimarka Napolyon'a karşı işlediği hatayı tekrar etmemek için, Hitler'e karşı İngiltere ile işbirliğine gitmeye cesaret edememişti. Mihver'in bu faaliyetleri karşısında Batılılar, sadece küçük devletlere garanti vermenin yetersizliğini gördüklerinden, Sovyet Rusya ile bir Barış Cephesi ittifakı kurmak için de teşebbüse geçtiler.

F) Batılıların Barış Cephesi Çabaları
İngiltere ve Fransa 31 Martta Polonya'ya ve 13 Nisanda da Yunanistan ve Romanya'ya, bir Alman saldırısına karşı garanti verdiyseler de, bu garantilerin etkili olabilmesi için Sovyet Rusya'nın da bu iki devletin yanında yer alması gerekli görülüyordu. Gerçekte, Fransa ile Sovyet Rusya arasında 1935 ittifakı mevcuttu. Lakin bu ittifak sadece Almanya'nın bu iki devletten birine saldırması halini öngörmekteydi. Halbuki, şimdi bahis konusu olan, küçük devletleri bir Alman saldırısından korumak ve bunun için işbirliği yapmaktı. Bu sebeple, ilk önce Fransa 9 Nisandan itibaren böyle bir anlaşma yapmak için Sovyet Rusya nezdinde teşebbüse geçmiş ve 15 Nisandan itibaren de İngiltere Sovyetlerle müzakerelere girişmiştir. İngiltere'nin teklifine göre, Sovyet Rusya da bir deklarasyonla İngiltere ve Fransa'nın yaptığı gibi, Polonya ve Romanya'ya garanti verecek ve verdikleri garantiler sebebiyle İngiltere ve Fransa saldırgan devletle savaşa tutuşacak olurlarsa ve Polonya ve Romanya da isterse, Sovyet Rusya Polonya ve Romanya'nın yardımına gidecekti. Sovyetler 16 Nisanda verdikleri cevapta, mümkünse Polonya'nın da katılması ile, İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya arasında bir ittifak imzasını, Sovyet Rusya'nın sınır komşusu olan bütün devletlerin de katılmasıyla, bütün Doğu ve Orta Avrupa devletlerine üç büyük devletin garanti vermesini ve birbirlerine ve ayrıca garanti verilen devletlere yapılacak yardımın ayrıntılarını tespit eden bir anlaşmanın yapılmasını, karşı teklif olarak ileri sürdüler. Üç büyük devlet tarafından garanti verilecek devletler arasında Türkiye de bulunuyordu. Sovyetlerin bu teklifi özellikle İngiltere tarafından hoş karşılanmadığı gibi, Batılılarla Sovyetler arasında bir barış cephesi kurulması konusunda önemli görüş ayrılıkları doğurdu. Bu görüş ayrılıkları şu noktalarda toplanıyordu:
1) Batılılar küçük devletlerin yardımına gitme konusunda, bu yardımı bu devletlerin istemesini şart koştular. Sovyetler ise, bu devletler istese de, istemese de, bunlara garanti, verilmesinde ısrar ettiler. Çünkü Sovyet Rusya'ya sınır komşusu olan bu küçük devletlerin Alman işgali altına düşmesi, bu devleti büyük bir tehlike içine sokacaktı. Halbuki, Polonya, Romanya, Finlandiya ve üç büyük Baltık devleti, Alman tehdidi ile Sovyet tehdidi arasında hiçbir fark görmüyordu ve Sovyet Rusya'nın, yardım bahanesiyle kendilerini işgal etmesinden korkuyordu. Gerçekten olaylar bu devletlerin ne kadar haklı olduğunu sonra gösterecektir.
2) Yine garanti konusunda, Batılılar, sadece Mihver'in "doğrudan doğruya" tehdidine maruz devletlere garanti verilmesine taraftardılar. Halbuki Sovyetler "dolayısıyla" tehdide maruz devletlere de garanti verilmesini istediler. Fakat "dolayısıyla tehdit"in anlamı neydi? Bu müphem ve sınırı ve kesin niteliği belli olmayan bu deyime dayanarak, Sovyet Rusya herhangi bir Baltık memleketine askerlerini sokamaz mıydı? Özellikle İngiltere böyle bir ihtimalden şiddetle irkildi.
Bu iki noktadaki görüş ayrılığı, Barış Cephesi görüşmelerini uzattı. Özellikle İngiltere ile Sovyet Rusya'nın görüşleri arasındaki mesafe bir hayli uzundu. Fransa ise, biran önce Barış Cephesinin kurulmasını istiyordu. Bu sebeple İngiltere'yi Sovyetlerin görüşüne eğilmeye zorladı ve bunda da muvaffak olarak 24 Temmuz 1939 da, İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya arasında imzalanacak ittifakın tasarısı hazırlandı. Buna göre, taraflardan birinin bir Avrupa devletiyle savaşa tutuşması halinde veya bu Avrupa devletinin bir başka Avrupa devletine "doğrudan doğruya" veya "dolayısıyla" saldırması halinde, taraflar bütün güçleriyle birbirlerine yardım edeceklerdi. Gizli bir ek protokole göre, "doğrudan doğruya" veya "dolayısıyla" saldırıya uğraması söz konusu edilen devletler şunlardı: Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Romanya, Türkiye, Yunanistan ve Belçika. Görülüyor ki, Sovyetler görüşlerini Batılılara kabul ettirmişlerdi. Fakat buna rağmen ittifakı hemen imzaya yanaşmadılar. İmza işinin, ittifakın tamamlayıcı parçası saydıkları askeri anlaşmanın hazırlanmasından sonra yapılmasını ileri sürdüler ve Batılılar bunu da kabul ettiler. 6 Ağustos 1939'dan itibaren Moskova'da, İngiliz, Fransız ve Sovyet askeri heyetleri arasında askeri görüşmeler başladı. Lakin Sovyet delegesi Voroşilov, daha ilk günden itibaren, Almanya'ya karşı savaşın yapılabilmesi için Polonya'nın Sovyet ordularına geçit vermesini istedi. Polonya ise böyle bir taahhütte bulunmaktan kaçındı. Çünkü, bir defa, Almanya Polonya'nın böyle bir taahhüdünden haberdar olduğu takdirde, Almanya'yı büsbütün kızdırabilir ve kendisine saldırmaya kışkırtabilirdi. İkincisi, Polonya topraklarına giren Sovyet ordularının daha öteye gitmeyip, Polonya'da temelli olarak yerleşmesinden korkuyordu. Polonya meselesi Moskova'daki askeri görüşmeleri çıkmaza soktu. Olaylar ve belgeler sonradan göstermiştir ki, Sovyetlerin 24 Temmuz 1939 ittifakını Batılılarla imzalamaktan kaçınmaları ve Moskova'daki askeri görüşmelerde Polonya meselesini ortaya atmak suretiyle bir anlaşmanın meydana gelmesini önlemeleri, samimiyetsiz ve iki yüzlü bir politikanın sonucu idi. Sovyetler, bir yandan Batılılarla ittifak ve Barış Cephesi görüşmeleri yaparken, öte yandan da Almanya ile uzlaşmak ve Doğu Avrupa'yı Almanya ile paylaşmak için müzakerelere girişmişlerdi. Moskova'da İngiliz-Fransız-Sovyet askeri görüşmeleri devam ederken, 23 Ağustos 1939 sabahı, Sovyet Rusya ile Almanya'nın bir saldırmazlık paktı imzaladıkları haberi bütün dünyada bir bomba gibi patladı.

G) Rus-Alman Saldırmazlık Paktı
Sovyet Rusya ile Almanya arasında, İİ' inci Dünya Savaşının hemen arifesinde meydana gelen uzlaşmanın başlangıcını tayin etmek gerekirse, bunu, Avusturya'nın Almanya tarafından ilhakına kadar götürmek mümkün olur. Anschluss karşısında Batılıların gösterdiği zayıf tepki, Sovyet Rusya'nın Batılılara karşı hiçbir zaman içinden çıkarmadığı şüpheyi yeniden kuvvetlendirmiş ve canlandırmıştır. Fakat Batılılarla Sovyet Rusya arasındaki münasebetlerin dönüm noktasını Münih Konferansı teşkil etmiştir. Bu konferansta Batılılar Çekoslovakya'nın parçalanmasını göz göre göre kabul ettikleri gibi bu devletle bir ittifaka sahip olan Sovyet Rusya'yı konferansa davet etmek lüzumunu duymamışlardı. Batılıların bu tutumuna karşı Sovyet Rusya'nın tepkisi, Stalin'in 10 Mart 1939 günü Komünist Partisinin 18'inci Kongresinde verdiği söylevde bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Bu söylevin dış politika kısmında Stalin, Almanya, İtalya ve Japonya'ya da çatmakla beraber, esas hücumlarını Batılılara yöneltmiştir. Batılıların saldırganlar karşısındaki "karışmazlık" politikasını şiddetle tenkit ederek, bu politikanın bir tek anlamı olduğunu, bunun da Batılıların saldırgan devletleri Sovyet Rusya'nın üstüne saldırtmak için çatıştıklarını, "Sadece siz Bolşeviklere savaş açınız, ondan sonra her şey yolunda gidecektir" dediklerini söylemiş ve "Bununla beraber şunu da unutmamak gerekir ki, karışmazlık politikasının savunucuları tarafından başlatılan bu büyük ve tehlikeli oyun kendileri için fiyasko ile sonuçlanabilir" demiştir. Stalin söylevinin sonunda Rusya'nın menfaatlerini çiğnemeyen bütün devletlerle ticaret ve barış münasebetlerini kuvvetlendirmeye kararlı olduğunu da belirtmekteydi. Nisan ayı başında Batılıların bir Barış Cephesi kurma teklifini Sovyet Rusya bu şüpheci ve güvensizlik psikolojisi içinde kabul etti ve müzakerelere girdi. Lakin öte yandan kendi kararını yürütmekten de vazgeçmedi. 17 Nisanda Almanya'ya başvurarak, ideolojik farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik münasebetleri engellememesi gerektiğini söyleyip, bu münasebetleri geliştirmek istedi. Sovyetlerin bu teşebbüsü ile, Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'nın imzasına varan Sovyet-Alman görüşmeleri ilk adımını atmış olmaktaydı. Sovyetlerin bu ilk teşebbüsünün anlamını Almanya kavramakta gecikmedi. Hitler dış politika konusunda 28 Nisanda Reichstag'da verdiği uzun bir söylevde, Batılılara çattığı halde Sovyet Rusya'dan ve "Yahudi Marksizm"inden hiç söz etmemişti. Bu, Hitler'in şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şeydi. Hitler'in verdiği bu işareti bu sefer Sovyetler cevapsız bırakmadı. On yıldır kolektif barış politikasının öncülüğünü ve savunuculuğunu yapan Dışişleri Bakanı Maxime Litvinov 3 Mayısta azledildi ve yerine Vyaçeslav Molotov getirildi. "Yahudi" Litvinov'un yerine "hakiki Rus" Molotov'un getirilmesi, kendisini Berlin'in Yahudi düşmanları nazarında şayanı kabul bir müzakereci yapıyordu. Molotov'un Dışişleri Bakanlığına getirilmesi Sovyetlerin dış politikasında bir dönüşü ifade etmekteydi, lakin özellikle Batılılar tarafından bu o zaman anlaşılamamıştı. Sovyetlerin ekonomik münasebetleri geliştirme teklifini Almanya müsait karşılamıştı. Lakin Molotov, Sovyet dış politikasının başına geçince işi ağırdan almaya başladı. 20 Mayıs günü Moskova'daki Alman Büyükelçisi ile yaptığı bir görüşmede, bir ticaret anlaşmasının imzalanabilmesi için, bu hususta gerekli "politik esaslar"ın da kurulması gerektiğini bildirdi. Yani Sovyet Rusya Almanya ile bir de siyasal anlaşma yapmak istiyordu. Sovyetlerin siyasal anlaşma yapma şartı, bir on gün kadar Nazi liderlerini tereddüde sevk etmiş görünüyor. Çünkü, bir İngiliz-Rus anlaşması muhakkak görünmüş ve Almanya ile girişeceği görüşmeleri Sovyetlerin İngiltere'ye karşı bir koz olarak oynamasından korkulmuştur. Fakat Mussolini'nin 30 Mayısta Hitler'e gönderdiği gizli memorandumda, İtalya'nın 1942 yılı sonuna kadar savaşa katılamayacağını bildirmesi Hitler'in kararını değiştirmesinde önemli rol oynamıştır. Bu sebeple, Haziran başından itibaren, siyasal anlaşma konusunda Sovyetlerle müzakerelere girişilmiştir. Lakin bu sefer Moskova Almanya'dan şüphe ve Almanya'nın, Batılılarla yapılan müzakereleri kundaklayıp, Sovyet Rusya'yı yapayalnız bırakmasından endişe etmiştir. Bu sebeple Sovyetler Almanya ile müzakereleri sürüncemede bırakma yoluna gitmişlerdir. Fakat Ağustos ayından itibaren her iki taraf için de durum değişmiştir. 6 Ağustosta Moskova'da başlayan İngiliz-Fransız-Sovyet görüşmelerinde, Polonya'nın Sovyet askerlerine geçit vermesinde Batılıların müsait davranmaması Sovyetleri Almanya'ya döndürmüştür. Bunun yanında, Almanya ile Polonya arasındaki Dantzig buhranı gittikçe şiddetlenmekteydi ve Hitler 1 Eylülde Polonya'ya karşı harekete geçmeye karar vermişti. Polonya meselesi Almanya'yı İngiltere ve Fransa ile de çatışmaya götüreceğine ve İtalya da savaşa katılamayacağına göre, Sovyet Rusya ile bir saldırmazlık paktı önem kazanıyordu. Bu sebeple, Sovyetler 12 Ağustosta Almanya'ya başvurup siyasal anlaşma görüşmelerine başlamasını teklif ettiği zaman, Almanya buna dört elle sarıldı. Anlaşmanın müzakere ve imzası için Dışişleri Bakanı Ribbentrop derhal Moskova'ya gitmek istedi. Fakat Moskova, saldırmazlık antlaşmasının esasları hazırlanıp tespit edilmeden böyle bir ziyareti kabule yanaşmadı. Böylece, bir hafta daha diplomatik müzakerelerle geçti. Hitler ise acele ediyordu. Nihayet dayanamayıp, 20 Ağustosta Stalin'e bir mesaj göndererek, Almanya'nın Polonya'ya karşı harekete geçmek üzere olduğunu açıkça söyleyip saldırmazlık paktının hemen imzasını istedi. Stalin bu isteği kabul etti ve 23 Ağustos günü öğleyin Moskova'ya ulaşan Ribbentrop derhal Sovyet liderleri ile görüşmelere oturdu. 24 Ağustos sabahının ilk saatlerinde Rus-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı. Bununla beraber antlaşmaya 23 Ağustos tarihi kondu. Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'na göre, taraflar birbirlerine saldırmayacaklar, birisi bir üçüncü devletle savaşa tutuşursa, diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmeyecek, taraflardan birine yönelen bir devletler grubuna katılmayacaklar ve nihayet, ortak menfaatlerini ilgilendiren meselelerde birbirleriyle temas edeceklerdi. Antlaşma on yıl için imzalanmıştı. Pakt'a ekli gizli bir protokol, Sovyetlerin Barış Cephesi müzakerelerindeki gerçek niyetlerini de açığa vurmaktaydı. Bu protokole göre, Litvanya'nın kuzey sınırının yukarısında kalan Baltık bölgesi yani Finlandiya, Estonya ve Letonya, Sovyet nüfuz alanı oluyordu. Litvanya Almanya'nın nüfuzuna bırakılmıştı. Bununla beraber, her iki devlet, Polonya'nın Vilna bölgesinin Litvanya'ya ait olduğunu da kabul ediyordu. Polonya'ya gelince; bu devlet de Sovyet Rusya ile Almanya arasında paylaşılmaktadır. Narev, Vistül ve San nehirlerinin meydana getirdiği çizginin doğu kısmı Sovyet nüfuzu, batı kısmı da Alman nüfuzuna bırakılıyordu. Polonya'nın bağımsız bir devlet olarak kalıp kalmayacağına, ileride duruma göre karar vereceklerdi. Nihayet, yine bu protokol ile Almanya, Sovyet Rusya'nın, Romanya'ya ait Besarabya'yı eline geçirmesine razı oluyordu. Barış Cephesi müzakerelerinde Sovyet Rusya'nın, Baltık memleketlerine garanti verilmesinde ve Polonya'nın da Sovyet askerine geçit vermesinde ısrar etmesinde, gerçek niyetlerinin ne olduğunu bu protokol bu şekilde gün ışığına çıkarmış olmaktaydı. Sovyetler Almanya ile bu kazançlı antlaşmayı yapınca, Moskova'daki İngiliz ve Fransız askeri heyetlerine, 25 Ağustosta, "şartların değişmiş olması dolayısıyla" artık görüşmelere devama lüzum kalmadığını bildirerek, aylardan beri oynamakta oldukları komediyi sona erdirdiler.

Ğ) Savaşın Çıkması
Rus-Alman Saldırmazlık Paktı Hitler'i, Bismarck'ın kabusundan kurtarmıştı. Almanya iki cepheli savaş tehlikesinden kurtulmuştu. Artık Polonya meselesini kesin olarak çözümleyebilir ve arkasından emin olduğu için de, Batılılarla savaşı rahatlıkla göze alabilirdi. Yıllardan beri Batılıların Almanya'yı kendi üzerine saldırtmak için çalıştıklarını iddia eden Sovyet Rusya, şimdi son anda, herhalde pek de ahlaki olmayan bir dönüşle, Almanya'yı Batılılara saldırmakta serbest bırakmış oluyordu. İngiltere bu durumu açık olarak gördüğünden, Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'na cevap olarak, 25 Ağustos 1939 da Polonya ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Buna göre, bir Avrupa devleti tarafından, birine bir saldırı olursa veya kendilerinin veya Dantzig Serbest Şehri'nin, Belçika ve Hollanda ile Litvanya'nın bağımsızlığı, yine bu Avrupa devleti tarafından "doğrudan doğruyan veya dolayısıyla" tehdit edilirse, birbirlerine bütün güçleriyle yardım edeceklerdi. Burada "bir Avrupa devleti" ile sadece Almanya kastedilmişti. 31 Martta yatıştırma politikasından ayrılan İngiltere artık zarlarını kesin olarak atmış oluyordu. Fakat İngiltere'nin 23 Ağustos Paktı'na vermiş olduğu bu cevap savaşı önleyemedi. Almanya'nın 27 Nisan 1939 da, 1934 tarihli Almanya-Polonya Saldırmazlık Antlaşması'nı feshetmesinden sonra Dantzig buhranı her gün şiddetini attıran bir hızla gelişti. Şimdi Batılıların da desteğini kazanan Polonya'nın Dantzig ve Koridor bölgelerini Almanya'ya terk etmemekte diretmesi, Almanya'yı büsbütün sinirlendirdi. Avusturya ve Südetler meselesinde olduğu gibi. Dantzig'deki Nazi Partisinin faaliyetlerini kışkırttı. Dantzig Nazileri Berlin'den aldıkları direktifle, Mayıs ayından itibaren ortalığı büsbütün karıştırmaya başladılar. Bütün bu karışıklıkları Dantzig Gauleiter'i Forster idare ediyordu. Mayıs ayının sonlarından itibaren Dantzig Nazileri saldırılarını Polonya, gümrük memurlarına yönelttiler. Alman basını da durmadan Polonya'ya hücum ediyordu. Tabii Polonya basını da bu hücumları cevapsız bırakmadı. Durum gittikçe gerginleşiyordu. İngiltere ve Fransa Almanya nezdinde teşebbüslerde bulunarak buhranın giderilmesine çalıştılar. Fakat Hitler'i yumuşatmak mümkün değildi. Ağustos başında durum daha da gerginleşti. Dantzig hükümetinin, birçok yerde Polonya gümrük memurlarının geri çekilmesini istemesi, Dantzig hükümeti ile Polonya'nın münasebetlerini gerginleştirdi ve Polonya Dantzig hükümetine karşı sert bir durum aldı. Bunun üzerine Almanya da Polonya'ya ihtarda bulunarak, Dantzig tehdit edildiği takdirde, Polonya-Almanya münasebetlerinin bozulacağını ve bundan da Polonya'nın sorumlu olacağını bildirdi. Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'nın imzasından sonra Hitler'in durumu daha da sertleşti ve olaylar hızla akmaya başladı. Bir savaşı önlemek için diplomatik faaliyet birdenbire arttı. Amerika Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt, 23 ve 24 Ağustosta Almanya, Polonya ve Oslo Grubu devletlerine (İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda) mesajlar göndererek barışı kurtarmak için çaba harcamalarını istedi. Roosevelt aynı mesajları Papa Xİİ' inci Pius ile Kanada'ya da göndermişti. Bütün bu devletler mesajlar yayınlayarak barışın kurtarılması ricasında bulundular. 28 Ağustosta Belçika Kralı ile Hollanda Kraliçesi, ortak olarak, aracılık teklifinde bulundular. İngiltere son bir çaba harcayarak, Almanya ile Polonya'yı müzakere masasına oturtmak istedi. İngiltere'nin 28 Ağustosta yaptığı bu teklife Almanya razı olmuş göründü ve "tam yetkili" bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos akşamına kadar Berlin'e gelmesini istedi. Açıktı ki, Hitler Avusturya Başbakanı Schuschnigg'e 1938 ve Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Hacha'ya 1939 da yaptığını şimdi aynen Polonya'ya da yapmak istiyordu. Fakat Polonya'nın "tam yetkili" temsilcisi Berlin'e ancak 31 Ağustosta gelebildi. Hitler, vermiş olduğu sürenin geçmiş olduğunu ileri sürerek bu temsilci ile görüşmeyi reddetti. 1 Eylül 1939 sabahından itibaren, hazır bekleyen Alman orduları, savaş ilan etmeksizin Polonya topraklarına girmeye başladı. Bu durum karşısında Polonya, İngiltere ve Fransa'dan vermiş oldukları garantiyi yerine getirmelerini istedi. İngiltere ve Fransa Almanya'ya ültimatom vererek, Almanya askerlerini Polonya topraklarından çekmediği takdirde, Polonya'ya karşı taahhütlerini yerine getireceklerini bildirdiler. Almanya bu ültimatoma cevap bile vermedi. Bunun üzerine 3 Eylül 1939 günü İngiltere ve Fransa Almanya'ya savaş ilan ettiler.

İİ' inci Dünya Savaşı başlamıştı.