Buhranlar ve Barışın Yıkılması (1929-1939)
1 Dönemin Özelliği
1919
Versay barışından sonraki on yıllık devrenin başlıca özelliğini belirtmek
gerekirse, söyleyeceklerimiz iki noktada toplanır: 1925 Locarno Antlaşmalarına
kadar olan devrede, savaş sonrasının sarsıntıları ve barış antlaşmalarının
kurduğu düzenin yerleştirilmesi, özellikle Avrupa'da milletlerarası
münasebetlerin egemen görüntüsüdür. Locarno ile açılan yumuşama ve işbirliği
devresinde ise, barışın devamlı hale getirilmesi için gerekli temellerin
kurulması çabaları, yani silahsızlanma çabaları, bütün faaliyetlerin üzerinde
toplandığı en önemli nokta olmuştur. Dünya bu şekilde devamlı bir barış için
çabalarken, 1929'dan itibaren patlak veren dünya ekonomik buhranı etkilerini,
dalga dalga yeryüzünün her köşesine ulaştırmıştır. Bu ekonomik sarsıntılar ise,
dünyanın siyasal atmosferini de etkilemiş ve siyasal buhranların peş peşe
patlak vermesine ve İİ' inci Dünya Savaşına kadar gidilmesine sebep olmuştur.
Japonya'nın 1931 de Mançurya'ya saldırması ise, buhranlar zincirinin ilk
halkasını teşkil etmiştir.
2
Japonya'nın Mançurya'ya Saldırması
Mançurya'nın
yüzölçümü 1.416.000 km kare ve nüfusu da 1931 de 28-29 milyon kadardı.
Mançurya'nın başlıca ekonomik zenginliklerin arasında, tarımda soya fasulyesi
ve yağı, ormanlar ve kerestecilik ve maden kömürü en önemli yeri almaktaydı.
Dünya soya üretiminin % 63'ü Mançurya'dan çıkıyordu. Ormanları ise 376.000 km.
kare olup, bu ormanlardan yılda 4 milyar metre küp kadar kereste elde
edilmekteydi. Kömür rezervleri ise 9 milyar ton civarında olup, yılda 9 milyon
ton kömür elde edilmekteydi. Bu temel ürünlerin başlıca alıcısı ise Japonya
idi. Bu zenginliklerinden ötürü Japonya, daha kalkınıp kuvvetlenmesinin ilk
günlerinden itibaren gözlerini Mançurya'ya çevirmişti. 1905 de Rusya'yı ağır
bir yenilgiye uğratıp bu devleti Mançurya'dan çıkararak kendisi buraya
yerleşince, Japonya Mançurya'da geniş ekonomik faaliyete girişti. Bu memleket
üzerindeki ekonomik kontrolünü kuvvetlendirmek için, o zamanlar Avrupa
sömürgeciliğinin klasik vasıtası olan demiryolu yapım ve işletmeciliğine
başvurdu. Güney Mançurya Demiryolu Şirketi'ni kurmuş ve bu şirket Japonya'nın
ekonomik nüfuzunun Mançurya'da dal budak salmasında en önemli rol oynamıştır.
Bu şirketin demiryolu yapım ve bakımı için 1905'den 1931'e kadar harcadığı para
262 milyon Yen'i bulmuştur. Şirket sadece demiryolları ile uğraşmamış, gerçek
bir kolonizasyon şirketi haline gelmiştir. Mançurya'nın birçok orman ve maden
işletmeleri bu şirkete aitti. 1931 de şirketin yatırımlarının toplamı 716
milyon Yen ve ortak olduğu teşebbüslerin yatırımı ise 318 milyon Yen idi. Güney
Mançurya Demiryolu Şirketi Mançurya'nın dış ticaretinde de önemli bir rol
oynamıştır. Şirket 1929 yılında 501.852.000 Yen kıymetinde satın almada
bulunmuş ve bunun % 39 kadarını Japonya'ya, % 26'sını Birleşik Amerika'ya ve
geni kalanını da diğer memleketlere ihraç etmiştir. Japonya'nın Mançurya'daki
diğer ekonomik faaliyetlerine gelince: Diğer Japon şirketlerinin ve özel
teşebbüslerinin Mançurya'daki yatırımları toplamı 554 milyon Yen'i bulmaktaydı.
Güney Mançurya Demiryolu Şirketinin yatırımları da hesaba katılınca, Japonya'nın
toplam yatırımı 2 milyar Yen'e yaklaşmaktaydı. 1895 de Mançurya'da hiçbir Japon
fabrikası mevcut değilken, 1909 da 152, 1914 de 244, 1919 da 450 ve 1929'da da
789 Japon fabrikası vardı. Görülüyor ki, Japonya bu ekonomik faaliyetleri ile
Mançuryayı adeta olgun bir meyve haline getirmişti. Bütün mesele, şartların ilk
müsait anında bu meyveyi koparmaya kalıyordu ki, bunu da 1931 de yaptı. Fakat
Japonya'nın Mançurya'yı ele geçirmesinde Çin'e karşı izlediği politika önemli
rol oynamıştır.
B) Japonya ve Çin
1922 Washington
deniz silahsızlanması konferansında Çin hakkında imzalanan antlaşmalar ve Çin'e
karşı uygulanacak politika konusunda tespit edilen esaslar ve nihayet, Japon
deniz kuvvetlerinin sınırlanması, Japonya'nın Çin üzerindeki yayılma emellerini
frenleyici nitelikte idi. Bu sebeple, Washington antlaşmaları, Japon iç
politikasında etkileri büyük olan ve emperyalist tasarıların yaratıcısı ve
savunucusu olan askerleri hiç hoşnut bırakmadı. Lakin iktidarda Liberal Parti
(Minseito) bulunduğu için, Japonya 1922'den itibaren Çin'e karşı yumuşak bir
politika izlemeye karar verdi. Bu politikanın esası, Çin'in bağımsızlık ve
toprak bütünlüğüne saygı, iç işlerine karışmamak ve iki millet arasında
ekonomik yakınlaşma, işbirliği ve dayanışma kurmaktı. Gerçekten Japonya'nın bu
yeni ve yumuşak politikası Çin üzerinde de olumlu bir etki yaptı ve Dr. Sun Yat-sen'in
liderliğindeki Çinliler Japonya ile bir dayanışma yoluna bile girmek istediler.
Japonya'nın bu yumuşak politikası ancak 1927 yılına kadar devam edebildi. Bu
tarihte, askerlerin de baskısı ile, liberal hükümet düştü ve yeni kabineyi,
müfrit militaristler tarafından desteklenen Giichi Tanaka kurdu. Tanaka'nın ilk
işi, Çin'e karşı izlenecek politikayı gözden geçirmek üzere, 1927 Haziran ve
Temmuz aylarında askerlerin de katıldığı bir konferans toplamak oldu. Bu
konferansın sonunda varılan kararlar Tanaka Memorandumu adını alan bir belge
halinde İmparatora sunuldu. Tanaka Memorandumu, Japonya'nın Uzakdoğu'daki
varlığı için Çin'in ele geçirilmesini zorunlu görüyor, bunun için de ilk adımın
Mançurya'nın ve Moğolistan'ın ele geçirilmesi olduğunu, Japonya'nın bir
"kan ve demir" politikası izlemesi gerektiğini, bu politikanın
Birleşik Amerika'nın karşı koymasıyla karşılaşabileceğini söylüyor ve
"Eğer Çin'i kontrol altına almak istiyorsak, geçmişte Rusya'ya yaptığımız
gibi, gelecekte de her şeyden önce Birleşik Amerika'yı ezmemiz lazımdır"
diyordu. Memorandum, ayrıca, Japonya'nın 1922 Washington antlaşmalarını
imzalamasını da şiddetle tenkit ediyordu. Tanaka'nın tespit etmiş olduğu ve
askeri kuvvete dayanan bu sert politikaya Japonya'da pozitif politika denilmiştir.
Pozitif politika ile birlikte Japonya'nın Çin ile olan münasebetlerinde
çatışmalar başladı. Tanaka ve askerler Chiang Kai-shek ve Kuomintang Partisi
liderliğindeki hareketin Çin'i birliğe kavuşturma çabalarını hiç hoş
karşılamadılar ve 1927 ve 1928 de Japonya iki defa Shantung'a asker çıkardı. Liberal
Partinin tenkitleri sonucu Tanaka, 1929 da başbakanlıktan çekildi ve iktidar
yeniden liberallere geçti. Fakat askerler Tanaka politikasının peşini
bırakmadı. Liberal Parti üzerinde de baskılar yaparak nüfuzlarını arttırmaya
devam ettiler. 1929 ekonomik buhranı askerlere aradığı fırsatı verdi. Zira
Avrupa ve Amerika bu buhranın yarattığı sarsıntılarla meşgul bulunuyorlardı.
Öte yandan ekonomik buhranın Japonya'da da sarsıntılar yaratması, askerlerin
eline yeni bir silah verdi. Barışçı vasıtalarla izlenen ekonomik yayılma
politikası, askerlere göre, Japonya'ya bir şey kazandırmamıştı. Kaba bir vasıta
olmakla beraber, insan elinin daha kolaylıkla kavrayabileceği ve gayelere
erişmekte daha kolaylıkla kullanabileceği Kılıç'a dönmek zorunluydu.
C) Japonya'nın Mançurya'yı İşgali
1931
yılı sonbaharı geldiğinde askerler, Mançurya'yı ele geçirmek için harekete
geçmenin zamanı geldiği kanısına vardılar. Çünkü şartlar gayet müsait
görünüyordu. Japonya, Mançurya teşebbüsünde özellikle iki devletten
çekiniyordu: Sovyet Rusya ve Birleşik Amerika. Çin'de Mareşal Chiang Kai-shek
ve Kuomintang Partisinin Nanking'i ele geçirmesi ve duruma hakim olması
üzerine, Mançurya diktatörü Chang Hsue-liang, Nanking hükümetine dayanma yoluna
gitmiş ve Nanking politikasının izinden giderek hem Sovyet Rusya'ya ve hem de Japonya'ya
aleyhtar bir durum almıştı. Sovyetlerin hem Çin ve hem de Mançurya ile
münasebetleri iyi değildi. Öte yandan, Sovyetler ancak 1929 yılında
Uzakdoğu'daki askeri teşkilatlarını yeni bir düzene sokabilmişlerdi ve bu
kuvvet de çok yeniydi. 1931 yılı yazında Mançurya'da Mukden hükümeti ile
Japonlar arasında peş peşe çeşitli olaylar ve çatışmalar patlak verince,
Japonya'da askerler, daha fazla sabredemeyerek ve sivil hükümetin ihtiyatlı
hareketi karşısında teşebbüsü ele alarak, 18 Eylül 1931 gecesi Mukden'in
istasyonlarından birinde bir bombanın patlaması sonucu demiryolunun küçük bir
kısmının tahrip edilmesi üzerine, 19 Eylülden itibaren Mançurya'nın istilası
hareketine giriştiler. Demiryollarını koruma bahanesi ile Japonya'nın zaten
Mançurya'da bir askeri kuvveti bulunuyordu. Mukden olayının ertesi gününden
itibaren Japonya'dan yeni kuvvetler de gönderilerek, 1932 Martının başında
bütün Mançurya işgal edildi. 1 Mart 1932'de, Mukden'de Japon taraftarı
Mançuryalı liderlerin katıldığı bir kongre, bağımsız bir Manchukuo Devleti'nin
kurulduğunu ilan etti. Kuruluş beyannamesinde, Mançurya'nın sınırları içine,
Çin'e ait olan ve Japonların işgalinde bulunmayan Jehol eyaleti de sokulmuştu.
Bu durum, Japonya'nın şimdi gözlerini Çin kıtasına da çevirmiş olduğunu
gösteriyordu. Japonya, devletlerin durumları dolayısıyla Manchukuo devletini
hemen tanımaya cesaret edemedi. Fakat bu, askerleri kızdırdı ve 1932 Mayısında
bir hükümet darbesiyle sivil hükümeti düşürdüler. Yeni hükümet, askerler ve
emperyalist siviller tarafından kuruldu ve bu yeni hükümet Ağustos ayında bu
kukla Manchukuo devletini resmen tanıdı. Gerçekten Manchukuo devleti tamamen
Japonların kontrolü altındaydı. Japonya'nın Mançurya'yı işgale başlaması
üzerine Çin Milletler Cemiyetine şikayette bulundu. Milletler Cemiyeti, 1933
Şubatına kadar bu mesele ile uğraştı. Lakin bu uğraşma gayet üstünkörü oldu.
Bir defa, kimse, Milletler Cemiyeti Paktının 16'ıncı maddesine göre Japonya'yı
saldırgan ilan edip sanksiyonların uygulamasına girişmeye cesaret edemedi.
İkincisi, Milletler Cemiyeti Konseyine hakim olan büyük devletler, kendileri
Japonya'nın karşısına çıkmayı göze alamadıklarından, Çin'le en fazla
münasebetlere sahip bulunan Birleşik Amerika'yı öne sürmek istediler. Amerika
da bunu fark ettiğinden, "doğmuş olan bebeği" kucağına almamaya
özellikle dikkat etti. Böylece Japonya'nın saldırganlığına karşı etkili bir
tedbir almak mümkün olmadı. Milletler Cemiyetinin Manchukuo devleti konusunda
yaptığı tek iş, Birleşik Amerika tarafından ortaya atılan, Tanımazlık
Doktrini'ni kabul etmesi olmuştur. Bu ise, Japonya'yı yayılma ve saldırganlık
politikasından vazgeçirebilecek kuvvette bir tedbir olmaktan çok uzaktı.
Nitekim Japonya 1933 Şubatında kuzey Çin eyaletlerinden olan Jehol'ü de işgal
etti ve Milletler Cemiyetinden bir yardım göremeyen Çin de Japonya ile yaptığı
bir anlaşma ile bu işgali de tanımak zorunda kaldı. 27 Mart 1933'de de Japonya
Milletler Cemiyetinden çekildi. Japonya'nın Mançurya'yı işgali Sovyet Rusya'yı
güç durumda bıraktı. Çünkü 1907 yılında Rusya ile Japonya arasında yapılan bir
anlaşma ile Kuzey Mançurya'daki Doğu Çin Demiryolları Rusya'nın elinde
kalmıştı. Japonya Mançurya'ya hakim olduktan sonra Sovyet Rusya bu
demiryollarının işletilmesinde güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Bu ise
kendisini Japonya ile bir çatışmaya götürebilirdi. Bunu da istemediğinden, 1935
Martında bu demiryollarını Manchukuo Devletine satarak burası ile ilgisini
kesti. Birleşik Amerika ise, Açık Kapı ülkesinin Manchukuo'da da uygulanması
meselesinde Japonya ile devamlı sürtüşmeler içine girdi. Lakin Amerika'nın bu
konudaki faaliyet ve çabaları, Açık Kapı ilkesinin Manchukuo'dan tasfiye
edilmesini önleyemedi.. Amerika da buna boyun eğmek zorunda kaldı.
3
Almanya'da Nasyonal-Sosyalizm ve Sonuçları
A) Nazi Partisinin İktidara Gelmesi
Daha
önce de belirttiğimiz gibi, 1919 Weimar Anayasası ile kurulan Alman
Cumhuriyetinin ilk yıllarında, başlangıçta kuvvetli bir sol akım kendisini
göstermiş ve özellikle Versay Antlaşmasının doğurduğu tepkiler dolayısıyla, bir
süre sonra milliyetçi sağcı akım bu solcu akımın karşısında yer almıştı. Aşırı
sağ ve soldan gelen bu hücumlar karşısında Weimar Cumhuriyetinin hükümetleri
mutedil sosyalist merkez partilerinden kurulmuş ve bu hükümetler, gerek sağın,
gerek solun, çeşitli hükümet darbesi teşebbüslerini başarı ile bertaraf etmeye
muvaffak olmuştur. 1924'de Dawes Planı'nın kabulü ile Almanya'nın tamirat
borçları nispeten makul bir düzene sokulunca, ekonomik hayat da düzelmeye
başladı ve iç politikaya da bir istikrar geldi. Bununla beraber, sağ ve sol akım kuvvetlenmekten,
teşkilatlanmaktan ve birbiriyle mücadele etmekten de geri kalmadı. Sosyalist
merkezin kuvvetli oluşu, bu iki akımdan herhangi birinin birinci plana
geçmesini önlediyse de, memleketin iç ve dış şartları, merkezi gittikçe
zayıflattı ve sağcı akımı kuvvetlendirdi. Sonunda Hitler'in Nasyonal-Sosyalist
Partisi'ni iktidara götürdü. Nasyonal-Sosyalist
Alman İşçi Partisi'nin (National-Sozialistische Deutsche Arbeiterpartel) veya
kısa adı ile Nazi Partisi'nin başlangıcını, 1918'de Munich'de kurulan Alman
İşçi Partisi teşkil eder. Bu parti 1920'de Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi
adını almış ve 1920-24 arasının karışıklıklarında sağcı akım içinde sivrilmeye
başlamıştır. Fakat Partinin kuvvetlenmesinde, 1919 Eylülünde Alman İşçi
Partisine üye olan Adolf Hitler'in, partinin liderliğini ele alması ve
mücadeleci faaliyeti başlıca rolü oynamıştır. Nazi Partisi daha ilk
kuruluşundan itibaren, hücum kıtaları anlamına gelen SA'lar (Sturn Abteilung)
ile militarist bir yapıya dayanmıştır. 1925'de de, partinin kendi polis
kuvvetini teşkil eden ve muhafız kıtaları anlamına gelen SS'ler (Schutz Staffeln) teşkil edilmiştir. Her iki teşkilat
da, parti toplantılarında, sokak gösterileri ve yürüyüşlerinde ve özellikle
komünistlerle mücadele ve çarpışmalarda partinin adeta askeri gücünü teşkil
etmiştir. Nazi Partisi 1920-24
arasında bir kuvvet olarak sivrilmiş, fakat 1924-29 arasında ise gittikçe
kuvvetten düşmüştür. Bunda memleketin ekonomik şartları büyük rol oynamıştır.
Nazi Partisi, 1924 Mayıs seçimlerinde 1.918.000 oy (% 6.6) ve 32
milletvekilliği ile ilk defa Alman parlamentosuna (Reichstag) girmiştir. Lakin
Dawes Planının kabulünden sonra yapılan 1924 Aralık seçimlerinde, 309.000 oy (%
3) ve 14 milletvekilliğine düşmüştür. Bundan sonraki 4 yıllık devrede biraz
daha zayıflamış ve 1928 Mayıs seçimlerinde ancak 810.000 oy ve 12
milletvekilliği kazanabilmiştir. İlgi çeken bir nokta da, aynı devre içinde
komünistlerin de belirli bir oranda gerilemesidir. 1924 Mayıs seçimlerinde
Komünist Partisi 62 milletvekilliği kazanmış iken, 1924 Aralık seçimlerinde bu
sayı 45'e düşmüş ve 1928 Mayıs seçimlerinde ise biraz yükselerek 54'e
çıkmıştır. 1929 dünya ekonomik
buhranının Alman ekonomisi üzerindeki kötü etkileri, Nazi Partisine, iktidar
yolunu açtı. 1929 yılında endüstri üretimi yarı-yarıya düştü. 15.000 kadar
küçüklü büyüklü ticaret firması iflas etti. İşsizlik birdenbire artmaya
başladı. 1929'da işsiz sayısı 2 milyon kadar iken, bu sayı 1932'de 6 milyon
olacaktır. Bütçe açığını kapatmak için vergilerin yükü artarken, Almanya bir
yandan da tamirat borcu ödüyordu. Bu karamsarlık ve kötümserlik havası içinde Versay
Antlaşması yine kinlerin üzerinde toplandığı en önemli mesele ve başlıca
tartışma konusu oldu. Bu ise Nazi Partisinin silahını kuvvetlendirdi. Nazi
Partisinin daha ilk günlerden itibaren kendisine amaç edindiği meselelerin
başında Versay Antlaşmasının yok edilmesi, komünist düşmanlığı, Alman ırkının
üstünlüğü ve dolayısıyla Yahudi aleyhtarlığı geliyordu. 1925'in doğurduğu
şartlar içinde, Nazilerin bu sloganları, birçok aydınları Nazi Partisine çekti.
İşsiz üniversiteli Nazi Partisine girdi. Yahudilerin rekabetinden şikayetçi
olan avukat, doktor, bankacı, tüccar bu partiye girdi veya bu partiyi
destekledi. Vereinigte Stahlwerke Alman çelik tröstünün sahibi Fritz Thyssen,
Ruhr'un kömür kralı Emil Kirdof ve Bavyeralı ve Rheinlandlı daha birçok
sanayici, komünist düşmanlığı dolayısıyla Nazi Partisine önemli para yardımları
yaptılar. Almanya'nın iç durumu tekrar 1919-23 arasındaki şekline dönmüştü. Bu
durum karşısında Merkez'in lideri Heinricn Brüning kabinesi merkez partilerini
kuvvetlendirmek ve kuvvetli bir hükümet kurmak için 1930 Eylülünde genel
seçimlere gitti. Seçimler Nazi
Partisi için beklenmedik derecede büyük bir zafer oldu. 1928 seçimlerinde ancak
12 Milletvekili seçtirebilmiş iken, 1930 seçimlerinde 6.407.000 oy (% 18.3) ile
107 milletvekilliği kazandı. Bir merkez partisi olan Sosyal Demokrat
Partisinden (143 milletvekili) sonra en kuvvetli parti şimdi Nazi Partisi
oluyordu. Komünist Partisi de bu seçimden kuvvetlenerek çıktıysa da, 54
milletvekilliğinden ancak 77'ye yükselebildi. Başbakan Brüning beklediğini elde edememişti. Bunun için,
Nazilerin elinden silahını almak amacı ile, Almanya'nın dış politikasını
sertleştirdi. Versay Antlaşmasının revizyonunu istedi. Silahsızlanma
konferansında daha sert bir durum aldı. Avusturya ile bir gümrük birliğine
gitmek istedi ise de, başta Fransa olmak üzere Avrupa'nın şiddetli itirazı ile
karşılaşınca bu işten vazgeçmek zorunda kaldı. Brüning'in çabalarına rağmen Nazi partisi daha da kuvvetlenmeye
devam etti. 1931 Martında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Nazi Partisi,
Mareşal Hindenburg'un karşısına kendi adayı ve parti lideri Adolf Hitler'i
çıkardı. Hindenburg'un 18.651.497 (% 49.6) oyuna karşılık Hitler 11.339.446 (%
30.1) ve Komünist Partisinin adayı Thaelmann
4.983.341 (% 13.2) oy aldı. Hindenburg oyların salt çokluğunu alamadığından,
Nisan ayında seçim yenilendi. Bu sefer Hindenburg 19.359.983 (% 53) oyla
Cumhurbaşkanı seçildi. Fakat Hitler de oy sayısını 2 milyondan fazla arttırıp
13.418.547 oy (% 36.8) almıştı. Komünist Thaelmann ise 3.7 milyon (% 10.2) oy
kazanmıştı. Cumhurbaşkanı
Hindenburg, Başbakan Brüning'in de telkini ile, Cumhurbaşkanı olur olmaz bir
kararname ile Nazi Partisinin SS ve SA teşkilatlarını kapattı. Fakat bu tedbir
Nazilerin kuvvetini etkileyemedi. 1932 Temmuzunda yapılan genel seçimlerde Nazi
Partisi 13.745.000 oy ve Reichstag'ın 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak
Almanya'nın en büyük partisi oldu. Sosyal Demokratlar 133 milletvekili ile
ikinci ve komünistler de 89 milletvekilliği ile üçüncü büyük parti oluyordu. Cumhurbaşkanı
Hindenburg, Brüning'i başbakanlıktan uzaklaştırıp, kabineyi kurma görevini eski
askerlerden Franz von Papen'a verdi. Von Papen'in Nazi Partisine sempatisi
vardı ve bu sebeple Nazi Partisi Von Papen hükümetini destekledi. Von Papen da,
SS ve SA'ları yasaklayan kararı derhal yürürlükten kaldırdı. Fakat Von Papen da
başbakanlıkta fazla tutunamadı ve Aralık 1932'de Schleicher kabinesi işbaşına
geldi. Lakin Schleicher parlamentoda devamlı olarak Nazilerin mukavemetiyle
karşılaştı. Öte yandan Von Papen da Hindenburg ve Hitler ile görüşmelerde
bulunarak Nazi Partisini iktidara getirmeye çalışıyordu. Von Papen da
Schleicher'e cephe almıştı. Çünkü Von Papen'in başbakanlıktan düşmesinde
Schleicher önemli rol oynamıştı. Schleicher'in işleri yürütemeyeceğini gören
Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'de, başbakanlığı Nazi Partisi lideri
Adolf Hitler'e tevdi etti. Nazi Partisi nihayet iktidarı ele geçirmişti. Hitler'in ilk işi Reichstag'ı feshedip
seçime gitmek oldu. Bu arada, 1933 Şubatında, Reichstag binasının bir gece esrarlı
şartlar altında yanması üzerine, bunun suçunu komünistlere yükleyerek
komünistlere karşı gayet sert tedbirler aldı. Fakat 1933 Martında yapılan
seçimde Naziler çoğunluğu elde edemediler ve ancak 288 milletvekilliği
kazanabildiler. Bunun üzerine Hitler, 24 Mart 1933 de, tevkif edilen komünist
ve sosyal demokrat milletvekillerinin hazır bulunmadığı Reichstag'dan, SA ve
SS'lerin silahlarının gölgesinde, 4 yıl için olağanüstü yetkiler istedi ve bunu
da aldı. Hemen arkasından bütün partileri yasaklayarak Nazi Partisinin
diktatörlüğünü kurdu. 1945'e kadar yaşayacak olan Nazi Almanya'sına Hitler İİİ'
üncü Reich adını vermiştir. Ona göre, Mukaddes-Roma Germen İmparatorluğu İ' inci
Reich, Bismarck'ın 1871'den 1919'a kadar devam eden Almanya'sı da İİ' inci
Reich idi. Bundan sonra Almanya'nın Nazileştirilmesi
başladı. Nazi Partisi Alman milletinin ekonomik, kültürel ve sosyal hayatının
her yönünü kontrol altına aldı. Gençliğin, Nazi Partisinin ideallerine göre
disiplinli bir militarist organizasyon içinde yetiştirilmesine gidildi.
Sendikalar kaldırılarak, işçi teşekkülleri Nazi Partisine bağlandı. Bütün büyük
endüstriler de Nazi Partisinin ve devletin kontrolü altına sokuldu. Nazi
Partisi aleyhtarları, komünistler ve Yahudiler tevkif edilerek toplama
kamplarına gönderildi. Gizli polis teşkilatı Gestapo (Geheime Staatspolizei)
vatandaşın ve toplumun her türlü faaliyetini gözaltına aldı. Hitlerle beraber Almanya'nın dış
politikası da hareketlendi. Bunu olayları ve gelişmeleri izlerken kolaylıkla
göreceğiz. Hitler'in dış politika faaliyeti üç merhalede gelişmiştir:
1) Versay zincirlerinin kırılması, yani
Almanya'nın Versay'ın kayıtlamalarından kurtarılması.
2) Ein Volk, Ein Reich: Bir Millet, Bir Devlet
ilkesinin gerçekleştirilmesi. Yani Almanya'nın sınırları dışında yaşayan bütün
Almanların birleştirilmesi ve bir tek devlet altında toplanması.
3) Lebensraum: Hayat Sahası. Bu, Nazi
emperyalizminin adı idi. Hitler Almanya'sı Almanların yaşamadığı birçok
memleketleri de kendi sınırları içine katma yoluna gidecekti.
B) Nazi Almanya'sına Karşı İlk Tepkiler
Nazi
Partisinin Almanya'da iktidara gelmesi, Versay sistemine dayanan
anti-revizyonist bütün memleketlerde endişe ile karşılandı. Çünkü bütün bu
memleketler yıllardan beri Nazilerin Versay Antlaşmasını ağızlarından
düşürmediğini görmüşler ve her gün Versay'a yaptıkları hücumları dinlemişlerdi.
Versay'ın iki cephesi vardı. Birincisi Almanya'ya yüklediği, özellikle
silahsızlanma alanındaki kayıtlar, ikincisi de yapmış olduğu sınır
düzenlemeleri idi. Halbuki bu ikisi birbirine bağlıydı, yoksa birinci kısım
sadece Almanya'yı ilgilendiren bir konu değildi. Açıktı ki, silahsızlanma
kayıtlarından kurtulan ve silahsızlanan Almanya için, Versay'ın sınır ve toprak
sistemini kendi lehine değiştirmek şüphesiz çok daha kolay olacaktı. Bu
ihtimal, Versay'ın ortaya çıkardığı ve sınırları içinde bir kısım Almanları da
kapsayan küçük devletleri özellikle endişelendirdi. Bu devletlerin başında
Küçük Antant devletleri gelmekteydi. Bunun içindir ki, bu devletler
aralarındaki işbirliğini daha kuvvetlendirmek için 1933 Şubatında Küçük
Antant'ı devamlı bir teşkilat haline getiren bir statü imza etmişlerdir. Almanya'nın
Nazi Partisinin egemenliği altına girmesi en fazla Fransa ile Sovyet Rusya'yı
korkuttu. Fransa 1919'dan beri Avrupa'da kurmuş olduğu üstünlüğü Versay
Antlaşmasına borçlu idi. Çünkü Versay Almanya'nın elini kolunu kıskıvrak
bağlamıştı. Hiç şüphe yoktu ki, Nazi Partisinin yıllardan beri tekrarladığı
gibi, Almanya'nın ilk işi ellerini Versay'ın kelepçesinden kurtarmak olacaktı.
Bu ise Fransa'nın Avrupa'daki üstünlüğünü sona erdirecek bir gelişmeden başka
bir şey olamazdı. Sovyet Rusya'ya gelince; Nazi Partisinin, kuruluşundan beri
bir yandan Versay sistemine karşı mücadele ederken, bir yandan komünistlerle
mücadele etmesi ve Hitler'in iktidara geçer geçmez yaptığı ilk işlerden birinin
komünist milletvekillerini tevkif ettirmesi karşısında, Sovyet Rusya'nın
gelecek hakkındaki endişelerinin derinliğini anlamak kolaylaşır. 1931-32'de
Uzakdoğu'da da Japonya'nın Mançurya'ya yerleşerek Sovyet Rusya'nın sınırlarının
dibine gelmesiyle de, Sovyetler iki tehdit arasında sıkışmış oluyorlardı. Bunun
içindir ki, Dışişleri Bakanı Litvinov Komünist Partisi Merkez Komitesinde 29
Aralık 1933 günü yaptığı açıklamada, Almanya ile Japonya'ya önemli bir yer
ayırmış, Japonya'dan duyulan endişeleri gizlememiş, Alman-Sovyet
münasebetlerinin bir yıl öncesine nazaran "tanınmaz" hale geldiğini
söylemiş ve Sovyet Rusya'nın Almanya'ya karşı hiçbir saldırgan niyeti
olmadığına dair teminat vererek elinden geldiği kadar yumuşak ve yatıştırıcı
bir davranış almaya çalışmıştır. Bununla beraber, 1933'e kadar artan bir
şekilde gelişen Sovyetlerin Almanya'dan ithalatı, 1933'de global ithalatın %
42.5'i iken 1934'de bu nispet % 12.4'e düşecek ve Sovyet Rusya dış ticaretini
İngiltere ile Birleşik Amerika'ya yöneltecektir. Japonya'nın Mançurya'yı işgali
Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya'yı aynı tehlike karşısında bıraktığından,
Sovyetler Birleşik Amerika'ya daha fazla eğilim göstermişler ve 1933 Ekiminde
Amerika'nın Sovyet Rusya'yı resmen tanımasını sağlamışlardır. Öte yandan
Sovyetler, kara Avrupa'sında ortaya çıkan Nazi tehlikesine karşı Fransa'ya
kaymışlar ve 3'üncü Cumhuriyet Fransa'sının Bismarck Almanya'sına yaptığı gibi,
Fransa da bir Fransız-Rus yakınlaşmasını hoşnutlukla karşılamıştır. Hitler'in
Versay sistemini yıkmak için giriştiği teşebbüsler karşısında Fransız-Rus
yakınlaşması daha da artacak ve 1935 yılında iki devlet arasında bir karşılıklı
yardım antlaşması imzalanacaktır. Öte yandan, Nazi Almanya'sı karşısında doğan
Fransız-Rus yakınlaşmasının bir diğer sonucu da, gerek Fransa'nın ve gerek İngiltere'nin
çabaları sonucu, 1934 Eylülünde,
Sovyetler
Birliğinin Milletler Cemiyetine üye olarak kabulü ve Konsey üyeliğine
seçilmesidir. İİİ' üncü Reich'ın komünist aleyhtarlığı Sovyetleri, Batı ile ve
Batı'nın Sovyet aleyhtarı bir bloğu saydıkları Milletler Cemiyeti ile bir
işbirliğine götürüyordu. Nazi Almanya'sından duyduğu korku Fransa'yı, öte
yandan, Küçük Antant ile de daha sıkı bağlara ve bu ittifak sistemi ile daha
yakından ilgilenmeye götürecektir. Nazi Partisinin iktidara geçmesi, en az
Fransa ve Sovyet Rusya kadar Polonya'da da korku uyandırdı. Çünkü Nazi
Partisinin Dantzig'deki kolu da yıllardan beri faaliyette bulunuyor ve Dantzig
ve Koridor'u Almanya'ya katmak için çaba harcıyordu. Fakat bu korku
gerçekleşmedi ve Hitler Polonya ile 26 Ocak 1934'de, iki devlet arasındaki
anlaşmazlıkları barışçı vasıtalarla çözme amacını güden bir saldırmazlık
deklarasyonu imzaladı. Halbuki bütün Avrupa, Nazilerin iktidara geçmesiyle
birlikte Almanya'nın Dantzig ve Koridor meselesini ele almasını beklemekteydi.
Hitler'in bunu yapmayışının sebebi, önce Batı tarafındaki işlerle uğraşmaya
karar vermesi, Polonya'yı yatıştırmak suretiyle 1921 Fransa-Polonya ittifakını
zayıflatmayı düşünmesi ve Avrupa'da Almanya hakkında barışçı izlenimler
yaratmak, istemesiydi. Gerçekten 1934 Alman-Polonya deklarasyonu bütün
Avrupa'da bir ferahlık uyandırmıştır. Lakin birkaç ay sonra Almanya'nın Avusturya'yı
ilhak için yaptığı teşebbüs bu ümitleri çabucak söndürecektir.
C) Almanya'nın Avusturya'yı İlhak Teşebbüsü
Nazi
Almanya'sının Versay'a yönelttiği ilk hareketlerden biri 1934 yılında Avusturya'yı
ilhak etme (Anschluss) teşebbüsü olmuştur. Bunu da dışarıdan müdahale şeklinde
yapmamış, bu işi Avusturya Nazileri vasıtasıyla gerçekleştirmek istemiştir. Avusturya'daki
Nazi hareketinin gelişimi Almanya'dakine paralel olmuştur. Almanya'da olduğu
gibi Avusturya'da da Nazi hareketi 1929'dan itibaren birdenbire kuvvetlenmeye
başlamıştır. 1928'de Avusturya'da ancak 7.000 kadar Nazi varken, 1930'da bu
sayı 100.000'e yükselmiştir. Naziler Almanya'da iktidara geçtikten sonra,
Avusturya Nazilerini kışkırtmaya ve onlara her türlü yardımı yapmaya
başlamışlardır. Daha ilk günden itibaren Münih Radyosu Avusturya aleyhtarı
yayınlara girişmiş ve Avusturya hükümetinin Nazilere zulüm yaptığını ileri
sürmeye başlamış ve Alman uçakları Avusturya sınırlarına Avusturya aleyhtarı
beyannameler atmışlardır. Almanya'nın bu tutumu ve desteği şüphesiz, Avusturya
Nazilerine büyük cesaret vermiş ve Naziler ortalığı karıştırmaya ve
karışıklıklar çıkarmaya başlamışlardır. Orta Tuna bölgesinde beliren bu Nazi
tehlikesi karşısında büyük devletler ve Küçük Antant devletleri Avusturya'yı
desteklemişlerdir. Özellikle Faşist İtalya Avusturya'nın arkasında yer
almıştır. Avrupa devletlerinin bu müsait durumunu gören Avusturya başbakanı Dr.
Engelbert Dollfuss, 1933 Martından itibaren demokratik rejimi bir tarafa
bırakarak diktatörlük yoluna gitmiş ve 1933 Haziranında da Nazi Partisini kanun
dışı ederek, eyalet meclislerindeki bütün Nazi temsilcilerini azletmiştir.
Mussolini İtalya'sı Dollfuss diktatörlüğünü kanadı altına almış ve İtalya,
Avusturya ve Macaristan arasında 1934 Martında, aralarında sıkı bir ekonomik ve
siyasal işbirliği kuran bir antlaşma imzalanmıştır. Dollfuss diktatörlüğünün
içerde ve dışarıda aldığı bu tedbirler Nazileri kesin harekete geçmekten
alıkoyamadı. 25 Temmuz 1934 günü, Avusturya polisi üniforması giymiş olan bir
grup Nazi, Viyana'daki başbakanlık binasına girerek başbakan Dollfuss'ü
öldürdüler ve Nazilerin iktidarı ele almış olduğunu ilan ettiler. Lakin hareket
çok az bir kuvvetle ve zayıf bir şekilde yapıldığından, hükümet kuvvetleri
derhal duruma hakim oldular. Darbeye teşebbüs eden Naziler derhal tevkif
edildi. Bunlardan Dollfuss'ü öldüren Otto Planetta idam sehpasına giderken
"Heil Hitler" diye bağırmıştı. Nazilerin başarısız kalan bu hükümet
darbesi karşısında Almanya müdahaleye cesaret edemedi. Öte yandan, İtalya da,
Almanya'nın bir müdahale ihtimaline karşı Brenner geçidine 200.000 kişilik bir
kuvvet yığmıştı. Bu sebeple Hitler Avusturya işini sonraya ve daha müsait bir
zamana bırakmaya karar verdi ve Avusturya ile münasebetlerini düzeltmek istedi.
1936 Temmuzunda Avusturya ve Almanya bir anlaşma imzaladılar. Buna göre,
Almanya Avusturya'nın bağımsızlık ve egemenliğine saygıyı taahhüt ediyor ve her
iki taraf memleketlerindeki Naziler meselesini kendi iç meselesi sayıyordu.
Bunun anlamı, birbirlerinin iç işlerine müdahale etmeyecekleri idi. Bununla
beraber, Avusturya Almanya'ya karşı daha "Alman" bir politika
izleyecekti. Fakat anlaşmanın gizli hükümlerine göre, Avusturya hükümeti
Nazilerin faaliyetine müsaade edecek ve "yakın bir gelecekte"
Nazilerin de hükümette siyasi sorumluluk almalarına imkan verecekti. Avusturya'yı
1936'da Almanya ile böyle bir anlaşmaya götüren sebep, Almanya'nın 1935'den
itibaren Versay hükümlerini kaldırmaya başlaması ve buna karşılık devletlerin
de buna etkili bir mukavemet göstermemiş olmasıdır.
Ç) Almanya'nın Versay Kayıtlarından
Kurtulması
Hitler,
Avusturya'yı Naziler vasıtasıyla ilhak ederek bu toprağı Almanya'ya
kazandıramadıysa da, Versay'ın önemli meselelerinden olan Saar bölgesini Alman
sınırları içine katmaya muvaffak oldu ve bunu da silah kullanmadan ve kan
dökmeden yaptı. Versay Antlaşmasına göre Saar Fransa'ya bırakılmakla beraber
burada 20 yıl sonra plebisit yapılacak ve bu toprağın kaderi kesin olarak tayin
edilecekti. Bu plebisit 13 Ocak 1935 günü yapıldı ve plebisite katılan 539.000
Saar'lıdan 477.000'i Almanya ile birleşme isteğini açıklayınca 1 Mart 1935'de
Saar Almanya'ya teslim edildi. Bu şekilde Almanya Versay'ın bir yükünden
kendisini kurtarmış oluyordu. Fakat bundan iki hafta sonra Almanya, Versay
Antlaşmasının mecburi askerlik sistemini yasaklayan hükümlerini de feshetti. Hitler,
iktidara geçtiği günden itibaren, Versay hükümlerini bir tarafa bırakarak, Almanya'yı
gizliden silahlandırmaya karar vermiş ve 1934 yılından itibaren silahlanma
faaliyetine girişmişti. 1933 Ekiminde Silahsızlanma Konferansından ve Milletler
Cemiyetinden çekilmesinin sebebi buydu. 1 Ekim 1934'e kadar Alman Ordusunun
100.000'den 300.000'e çıkarılmasına karar verilmiş, 26.000 tonluk kruvazörlerin
yapımına girişilmiş ve Hava Bakanı Goering'in giriştiği faaliyetlerle sivil
havacılık ve hava sporları adı altında uçak yapımına ve askeri pilot
yetiştirilmesine başlanmıştı. Bu işler sıkı bir gizlilik içinde cereyan
etmesine rağmen, devletler olup bitenleri sezinlemişlerdi. Bunun içindir ki,
İngiltere Hükümeti 1 Mart 1935'de yayınladığı bir Beyaz Kitap'ta, silahsızlanma
çalışmalarının sonuçsuz kalması ve Almanya'nın da silahlanma faaliyetine
girişmesi karşısında, İngiltere'nin de savunma gücünü arttırmaya karar
verdiğini açıkladı. Öte yandan Fransa da, Almanya'nın bu silahlanması
karşısında ve doğum nispetinin gittikçe düşmesi dolayısıyla, 15 Mart 1935'de,
mecburi askerlik süresini uzatan bir kanun kabul etti. Başbakan Flandin,
parlamentoda yaptığı konuşmada, bu kanunun sebepleri arasında Almanya'nın
silahlanmasını ve 1936'da 200.000 kişilik bir kuvvete sahip olacağını özellikle
belirtiyordu. İngiltere ve Fransa'nın bu hareketleri Hitler'e aradığı fırsatı
verdi ve Hitler 16 Mart 1935 günü Alman milletine yayınladığı bir demeçte,
Versay Antlaşmasıyla Almanya'ya yükletilen silahsızlanmanın diğer devletlerin
de silahsızlanması için bir ilk adım teşkil edeceğinin söylenmesine rağmen
diğer devletlerin bunu yapmadığını, aksine gittikçe silahlanmaların
arttırdığını, bu durum karşısında Alman hükümetinin de "Alman Reich'ının
bütünlüğünü korumak", Almanya'ya karşı "milletlerarası saygıyı
sağlamak" ve genel barışın garantisi olmak üzere, mecburi askerlik
sistemini ihdas ettiğini açıkladı. Aynı gün yayınlanan kanuna göre Almanya'nın
36 tümenden mürekkep 12 Kolorduluk bir kuvveti olacaktı ki, bu yaklaşık olarak
550.000 asker demekti. Bu suretle Almanya, Versay'ın en ağır zincirlerinden
birinden ellerini kurtarmış oluyordu. Almanya'nın Versay Antlaşmasının en
önemli hükümlerini tek taraflı olarak feshetmesi bütün devletlerde endişe
yarattı. Fransa ve İngiltere Almanya'yı protesto ettiler. Fransa'nın protestosu
çok daha sert oldu. İngiltere Dışişleri Bakanı Berlin'i, Varşova'yı, Moskova'yı
ve Prag'ı ziyaret ederek, Almanya ile bir uzlaşma sağlamaya ve diğerlerinin de
endişelerini yatıştırmaya çalıştı. Fakat Almanya'nın bu hareketi karşılıksız
bırakılmadı ve Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 14 Nisan 1935'de Stresa
Anlaşmaları imzalandı. Almanya'ya karşı ortak bir cephe kuran bu anlaşmalar,
Almanya'nın hareketini protesto ediyor, Locarno Anlaşmalarına olan bağlılığı
belirtiyor ve Avusturya'nın bağımsızlığını koruma amacını ifade ediyordu. Bununla
beraber Almanya'nın silahlanma teşebbüsü karşısında İngiltere daha realist bir
tedbire başvurmuş görünüyor. İİ' inci Relch zamanındaki İngiliz-Alman deniz
silahları yarışının tekrar canlanmasından ve Almanya'nın denizlerde tekrar
kuvvetlenmesinden endişe eden İngiltere, Alman deniz kuvvetini sınırlamak ve bu
konuda Almanya ile anlaşmak istedi. 18 Haziran 1935'de teati edilen notalarla,
Almanya deniz kuvvetini İngiltere'ninkinin % 35'inin üstüne çıkarmamayı kabul
etti. Yalnız İngiltere Almanya'nın denizaltı gemileri yapmasını kabul ediyordu
ki, Versay Antlaşması Almanya'ya denizaltı gemileri yapımını yasaklamıştı.
Stresa'da kurulan cephe birliğinden sonra gelen bu anlaşma Fransa'da hayretle
karşılandı. Stresa cephesi yıkılmış ve Versay sisteminin temeli çökmüştü.
İngiliz-Alman anlaşması İngiltere'nin bundan sonra Nazi Almanya'sına karşı uygulayacağı
yatıştırma politikasının başlangıcını teşkil eder. Esasında İngiltere'nin Almanya'ya
karşı gösterdiği bu davranış, Fransa'nın Nazi Almanya'sına karşı başvurduğu
tedbirlerle yakından ilgiliydi. Nazi Almanya'sı ortaya çıktıktan sonra ve
özellikle 1934 Ekiminde Dışişleri Bakanlığına gelen Pierre Laval ile birlikte,
Fransız-İtalyan münasebetleri hızla gelişti. Fransa İtalya'ya daha fazla kaydı
ve 1935 Ocak ayında iki devlet arasında Laval-Mussolini Anlaşmaları denen
anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalar iki devletin sömürgelerinde bazı
düzenlemeler yapıyor ve Avusturya'nın bağımsızlığını garanti altına alıyordu.
Küçük Antant devletleri de Laval-Mussolini anlaşmalarından hoşnut kaldı. Laval,
bir yandan İtalya ile bir yakınlaşma kurarken, öte yandan da Almanya ile
münasebetleri yumuşatmak ve Alman silahsızlanmasını etkisiz kılacak garantiler
sağlamak istedi. İngiltere'nin de kabulünü elde ettikten sonra, 1935 Şubatında Almanya'ya,
İtalya ve Belçika'nın da katılmasıyla beş devlet arasında bir Hava Lokarno'su
imzasını teklif etti. Buna göre, taraflardan birinin havadan bir saldırıya
uğraması halinde, diğerleri ona bütün hava gücü ile yardım edeceklerdi. Yani
bir hava saldırısına karşı birbirlerine garanti veriyorlardı. Fransa'nın bundan
amacı, Alman hava kuvvetlerinin bir saldırısına karşı İtalya ve İngiltere'nin
yardımını sağlamaktı. Lakin aynı zamanda bu teklifin kapsadığı anlam da şuydu
ki, Versay Antlaşması yasaklamış olduğu halde, Almanya'nın hava kuvvetine sahip
olması resmen kabul edilmiş oluyordu. Almanya bu teklife yan çizdi ve
arkasından 16 Mart 1935'de mecburi askerlik sistemini kabul ile kara
kuvvetlerini arttırdı. Fransa Almanya ile bir anlaşma sağlayamayınca, Sovyet Rusya'ya
döndü. Esasına bakılırsa, Almanya'da Nazizmin iktidara gelmesiyle birlikte
Fransa bir Fransız-Sovyet ittifakını düşünmüş ve onun için Sovyet Rusya'ya
birdenbire yaklaşmıştı. Lakin İngiltere 1894 Fransız-Rus ittifakının tekrar
canlanmasını istemedi. Çünkü böyle bir ittifak kara Avrupa'sında Fransa'ya bir
üstünlük sağlayacak ve İngiltere'nin denge politikasına aykırı düşecekti. İngiltere'nin
bu itirazını gidermek için Fransa, bir Doğu Lokarno'su planını ortaya attı.
Fransa, Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Finlandiya, Baltık memleketleri ve
Sovyet Rusya arasında imzalanacak olan paktın ana noktası şuradaydı: 1925
Lokarno'suna Sovyet Rusya da teminatçı devlet olarak katılacak ve adı geçen
bütün doğu devletlerinin sınırları garanti altına alınacaktı. Fransa 1934
yazında bu planı ilgili devletlere bildirdi. Sovyet Rusya, İngiltere ve İtalya
bunu hoşnutlukla karşıladılar. Fakat Almanya ile, Sovyetlerle münasebetleri iyi
olmayan Polonya, bu planı maskelenmiş bir Fransız-Rus ittifakı olarak
gördüklerinden, reddettiler. İşin gerçeği aranırsa, Fransa da bu karışık
kombinezon ile, Almanya ile olan sınırlarını Sovyet Rusya'nın garantisi altına
sokmak istiyordu. Doğu Lokarno'su projesi başarı kazanamayınca, Fransız Hava
Lokarno'su projesinin üstüne düştüyse de, gördüğümüz gibi, o da olumlu bir
sonuca ulaşamadı. Bunun üzerine Fransa 2 Mayıs 1935 de Sovyet Rusya ile ikili
bir ittifak imzaladı. Karşılıklı Yardım Paktı adını alan bu ittifaka göre,
taraflardan biri bir Avrupa devletinin saldırısına uğrama tehdidi ve tehlikesi
karşısında kalırsa, taraflar, alınacak tedbirler konusunda derhal birbirlerine
danışacaklardır. Eğer taraflardan biri, kendisinin kışkırtması olmaksızın, bir
Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, diğer taraf bütün gücü ile öbür tarafın
derhal yardımına gidecektir. Antlaşmadaki "Avrupa devleti" kaydı,
açıktır ki, Almanya'yı birinci planda göz önünde tutmaktaydı ve ayrıca, bir
Sovyet-Japon çatışması halinde Fransa'yı Sovyet Rusya'nın yardımına gitme
zorunluluğundan kurtarmaktaydı. 16 Mayıs 1935'de Çekoslovakya ile Sovyet Rusya
arasında da aynı nitelikte bir ittifak imzalandı. Yalnız bu ittifakın özelliği,
Çekoslovakya ile Sovyet Rusya arasındaki karşılıklı yardım taahhüdünün
işlemesinin, ancak Fransa'nın da yardıma gelmesine bağlanmış olmasıydı. Bu
suretle ittifak üçlü bir şekil kazanmış olmaktaydı. Fransız-Sovyet ittifakı
Almanya tarafından tepki fakat endişe ile de karşılandı. Hitler 21 Mayıs 1935
de Reichstag'da verdiği söylevde, bu ittifakı 1925 Lokarno Anlaşmalarına aykırı
buldu. Fransız-Sovyet ittifakı İngiltere'nin de canını sıktığından, Almanya'yı
yumuşatmak ve deniz silahlanmasını frenlemek için 18 Haziran 1935 anlaşmasını
yaptı. Fakat İngiliz-Alman anlaşması da İngiltere ile Fransa'nın birbirlerinden
uzaklaşmalarının ve Avrupa gelişmeleri karşısında ayrı yollar izlemelerinin de
başlangıcı oldu. Halbuki birkaç ay sonra çıkan İtalya-Habeş savaşı ile Avrupa
büyük bir buhran içine giriyordu ve bir İngiliz-Fransız işbirliğine her
zamandan fazla ihtiyaç vardı. Bu işbirliğinin kurulmaması Faşist İtalya ile
Nazi Almanya'sının işine yaradı. Bu sebeple 1935 yılı İngiltere ile Fransa'nın
birbirinden ayrılması ile Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sının birbirine
yaklaşmasında bir dönüm noktasını meydana getirmiştir. Fransız-Rus ittifakı
karşısında Almanya Lokarno Anlaşmalarını hemen feshetmek yoluna gitmedi. Bunu
İtalya-Habeş buhranından faydalanarak yapacak ve ayrıca Versay'ın diğer
hükümleri de ortadan kaldıracaktır.
4 İtalya'nın
Habeşistan'ı İşgali
A) İtalya ve Habeşistan
İtalya,
Habeşistan ile XIX' uncu yüzyılın sonlarında ilgilenmiş, bu ülkeyi ele geçirmek
istemiş, lakin başarısızlığa uğramıştı. Faşizmin iktidara gelmesinden sonra
İtalya'nın karşılaştığı ekonomik problemler, bakışlarını ve ihtiraslarını
tekrar bu toprağa yöneltti. İ' inci Dünya Savaşından sonra İtalya önemli bir
nüfus problemi ile karşı karşıya geldi. 40 milyonluk İtalya'nın nüfusu yılda
700.000 artmaktaydı. 1932 de yapılan hesaplara göre, bundan sonraki 15 yıl
içinde İtalya'nın nüfusu 8-10 milyon daha artacak ve 50 milyonu bulacaktı.
Halbuki İtalya'nın kıt'a toprakları, Fransa, İspanya ve Almanya'nın yarısı
kadardı. İ' inci Dünya Savaşından önce İtalya bu probleme bir çare bulmuş ve
her yıl yarım milyon kadar İtalyan başta Birleşik Amerika olmak üzere başka
memleketlere göç etmekteydi. Lakin savaştan sonra Amerika dışarıdan gelen
göçlere karşı ağır sınırlamalar koydu. İkinci ekonomik mesele, İtalyan
endüstrisinin ham madde kaynakları idi. İtalya kuvvetli bir endüstriye sahip,
lakin bu endüstrinin ham madde kaynakları bakımından tamamen dışarıya bağlı
idi. Kömür ve petrol ve diğer esas madenler bakımından durum böyleydi. Üçüncü
olarak, 1929 dünya ekonomik buhranı bütün memleketleri autarcie'ye yani kendi
kendine yeterlik, kendi yağı ile kavrulma politikasına götürmüştü. Bu,
milletlerarası ticaretten adeta kapalı ekonomiye dönüş demekti. Bu durum, tabii
kaynakları zayıf olan İtalya üzerinde büyük etki yaptı. 1929'dan itibaren
İtalyan ekonomisi sarsıntılar içine girmeye başladı. Bütçe ve dış ticaret
dengesi devamlı açık veriyordu. Bu
ekonomik etkenler İtalya'yı, el değmemiş zenginliklere sahip olan Habeşistan'a
doğru itti. Habeşistan'a yönelişte, Doğu Afrika'daki İtalyan sömürgeleri Eritre
ve Somali'nin Habeşistan'la olan münasebetleri de rol oynadı. Bu iki İtalyan
sömürgesinin Habeşistan'la olan sınırları ve Habeşistan'ın bu iki sömürge
arasında sıkışmış bulunması, bu memleketin İtalya'nın eline düşmesinde
kolaylaştırıcı bir faktör olarak görünmekteydi. Buna karşılık, Habeşistan'ın İ'
inci Dünya Savaşından sonra geçirdiği iç gelişmeler de İtalya için endişe
verici olmaya başlamıştı. 1916 da Habeşistan imparator naibliğine Ras Tafari
Makonnen geçmiş ve 1930'da da imparator olarak İ' inci Haile Selassie adını
almıştı. Haile Selassie Habeşistan'ın başına geçtiği andan itibaren İngiltere
ve Fransa'ya dayanarak, memleketi batılılaştırmak için birçok teşebbüslere
girişmiş ve memleketin ilkel görüntüsünü değiştirmeye başlamıştı. Yani
Habeşistan kuvvetleniyordu. Halbuki Habeşistan'ın Eritre ve Somali ile olan
sınırlarında olaylar hiç eksik olmuyordu. Ayrıca Habeşistan'ın küçük bir
mahreçten başka denizle hiçbir bağlantısının olmaması, denize çıkma konusunda,
Eritre ve Somali üzerinde bir baskı yaratıyordu. İtalya, kendisinin Avrupa'da
herhangi bir buhranla meşgul bulunmasından yararlanan Habeşistan'ın Eritre ve
Somali'yi ele geçirmesinden endişe etmekteydi. Şu halde Habeşistan daha fazla
kuvvetlenmeden İtalya bu meseleyi kendi lehine çözümlemeliydi. Öte yandan,
özellikle İngiltere'nin Habeşistan konusundaki tutumu da İtalya'yı
cesaretlendirmişti. İngiltere Habeşistan'ın, Mavi Nil'in kaynağını teşkil eden
Tana Gölü bölgesiyle ilgilenmekteydi ki, bu da Habeşistan gibi geniş bir
toprağın küçük bir kısmını teşkil etmekteydi. Bunun için İngiltere, 1891, 1894,
1906 ve nihayet 1925 de İtalya ile yaptığı anlaşmalarla, İtalya'nın
Habeşistan'daki özel menfaatlerini tanımıştı ki, öncelikle sonuncu anlaşma
İtalya'nın kararını kesinleştirmiştir. Bunun içindir ki, Mussolini 1935 de,
"1925 yılındadır ki, Habeşistan meselesini ele almaya başladım"
demiştir. Bundan sonra İtalya Habeşistan üzerinde harekete geçmek için müsait
zamanı beklemeye başlamıştır. 1929 ekonomik buhranının İtalya için yarattığı
sıkıntılar, 1931 de Japonya'nın Mançuryaya saldırması karşısında Milletler
Cemiyetinin bir şey yapamaması, Almanya'da Nazizmin iktidarı ile Orta Avrupa'da
Alman üstünlüğünün belirmesi ihtimali ve Almanya'nın Versay kayıtlarından
kurtulma çabalarının İngiltere ve Fransa tarafından gereken şiddette bir tepki
ile karşılanamaması, Mussolini'nin aradığı müsait zamanın işaretleri olmuştur.
Avrupa'nın bu durumu karşısında, Mussolini, Avrupa dışı bir alanda toprak ele
geçirme teşebbüsünün, engelleyici bir tepki ile karşılaşmayacağını
hesaplamıştır. Bunun için de 1935 yılını seçmiştir. Çünkü görmüştür ki,
Almanya'nın silahlanması karşısında İngiltere hareketsiz kalmayacak ve o da
silahlanma yoluna gidecektir. Halbuki, her şeye rağmen, Habeşistan teşebbüsünde
İngiltere'den çekinmekteydi. Şu halde İngiltere askeri gücünü arttırmadan ve
özellikle Akdeniz'de daha fazla kuvvetlenmeden teşebbüse girişmeliydi. Mussolini
için ikinci bir tehlike, bir İngiliz-Fransız bloğu karşısında kalması
ihtimaliydi. Fakat Almanya'nın daha 1934 yılında silahlanmaya başlaması üzerine
Fransa İtalya'ya kayınca bu tehlike de bertaraf edildi. İki devlet arasında 7
Ocak 1935 de Mussolini-Laval Anlaşması veya Roma Anlaşmaları denen anlaşmalar
imzalandı. Bu anlaşmalarla İtalya Tunus üzerindeki iddialarından vazgeçiyor,
Avusturya'nın bağımsızlığı teminat altına alınıyor, iki devlet Almanya'nın
silahlanması karşısında ortak harekete karar veriyor ve Afrika'daki sömürgeleri
konusunda bazı ufak tefek düzenlemeler yapılıyordu. Bu anlaşmalarda Habeşistan
hiç söz konusu olmamıştır. Lakin sonraki gelişmeler göstermiştir ki, Mussolini
ile Laval arasındaki görüşmelerde Habeşistan da bahis konusu olmuş ve Laval
Fransa'nın bu konudaki ilgisizliğini açıklamıştır. Roma Anlaşmalarının
imzalandığı gün Mussolini'nin General de Bono'yu Eritre Yüksek Komiserliğine
tayin etmiş olması bu bakımdan ilgi çekicidir. 1935 Nisanında İngiltere, Fransa
ve İtalya arasında yapılan ve Almanya'nın silahlanmasının görüşüldüğü Stresa
Konferansı, Mussolini'nin harekete geçme kararını kesinleştirmiştir. Mussolini
bu konferansta görmüştür ki, bu iki devletin dikkati Avrupa üzerinde
toplanmıştır ve Almanya'ya karşı bu iki devlete yaptığı hizmet karşılığında
Habeşistan'ı ilhak ederse, herhangi bir tepki ile karşılaşmayacaktır. Bu şartlar içinde artık Mussolini zarlarını
atabilirdi.
B) İtalya'nın Habeşistan'a Saldırması ve
Devletler
İtalya'nın
Habeşistan'ı istilaya gitmesini sağlayacak sebep 1934 Aralık ayında ortaya
çıkmıştı. Habeşistan-Somali sınırında bulunan Walwal'de Habeş ve İtalyan
askerler arasında 5 Aralık 1934 günü çarpışmalar ve her iki taraftan da ölenler
oldu. İtalya Habeşistan'dan tazminat isteyip Habeşistan da buna yanaşmayınca
olay büyüdü. Habeşistan meseleyi Milletler Cemiyetine götürdü. Milletler
Cemiyeti aylarca süren incelemeler sonunda, 1935 Eylülünde, her iki tarafın da
suçsuz olduğuna karar verdi. Bu karar İtalya'yı tatmin etmedi. Daha doğrusu
tatmin olunmak istemedi. Bu arada İngiltere, Habeşistan'dan bir kısım toprağın
İtalyan Somalisine katılması esası üzerinden bir uzlaştırma formülü ileri
sürdüyse de, İtalya bunu da kabul etmedi. Milletler Cemiyeti meseleyi yeniden
ele almaya karar verdiği bir sırada, 3 Ekim 1935 günü, İtalyan uçakları kuzey
Habeşistan'daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı istilaya
başladı. Her iki şehir de üç gün sonra İtalyanların eline geçti. Adowa'nın
işgali ile İtalya 1896 yenilgisinin intikamını alıyordu. Milletler Cemiyeti
İtalya'nın bu saldırısı karşısında, Mançurya meselesinde olduğundan daha
enerjik davrandı ve İtalya'nın saldırgan olduğuna ve bu sebeple de Paktın
16'ıncı maddesinde öngörülen zorlama tedbirlerinin uygulanmasına karar verdi.
Buna göre, İtalya'ya, silah, stratejik malzeme ve maddeler satılmayacak ve
kredi açılmayacaktı. Yalnız bu maddelerden petrol, demir ve kömür istisna
edilmişti. Milletler Cemiyetinin karar verdiği bu sanksiyonlara petrol ve kömür
de sokulmuş olsaydı, İtalya'nın savaşı yürütmesi mümkün olmayacaktı. Lakin
İtalya bir tehditte bulunmuş, petrol ve kömürün sanksiyonlara dahil edilmesi
halinde, bu sanksiyonları kendisine uygulayan devletlerle savaşa kadar
gidebileceğini söylemişti. Sanksiyonlara dahil edilen diğer maddelerin ise,
İtalya'nın savaş gücü üzerinde etkileyici bir niteliği yoktu. Milletler
Cemiyetinin kabul ettiği sanksiyonlar bütün küçük devletler tarafından
desteklenmişti. Küçük devletler, barışın korunması garantisini Milletler
Cemiyetinin kolektif güvenlik sisteminde bulmaktaydılar. Lakin İtalya'ya karşı
kabul edilen sanksiyonların işleyebilmesi ve etkili olabilmesi ise ancak büyük
devletlerin davranışına bağlı idi. Özellikle İngiltere ile Fransa'nın ortak
hareketi önemliydi. İki devlet arasındaki bu ortak hareket ise kurulamadı.
Çünkü Fransa Roma Anlaşmaları ile İtalya'yı zaten serbest bırakmıştı. Bunun
için, sanksiyonlar meselesinde Fransa gayet gevşek davrandı. Sovyet Rusya ve
diğer küçük devletler zorlama tedbirleri içine petrolün de sokulmasını
istedikleri zaman Fransa buna karşı geldi. Bununla da yetinmeyip, İngiltere'nin
de İtalya'ya karşı sert harekete girişmesini önlemeye ve frenlemeye çalıştı. Fransa'nın
bu durumu karşısında İngiltere de gerçekten ileri gitmeye cesaret edemedi.
Esasında İtalya'nın Habeşistan'a yerleşmesi üç bakımdan İngiltere için bir
tehlike ortaya çıkarıyordu. Bir defa, Habeşistan'ı ele geçiren İtalya Nil
nehrinin önemli bir kaynağını da kontrolü altına almış olacaktı. Nil'in
kollarından Mavi Nil, Habeşistan'daki Tana gölünden çıkmaktaydı. İkincisi,
İtalya'nın Habeşistan'a saldırması İtalya'nın Akdeniz'deki deniz gücünü de
ortaya çıkardı. Yıllardan beri Akdeniz'de deniz üstünlüğünü elinde tutan
İngiltere şimdi kuvvetli bir rakiple karşı karşıya kalıyordu. Üçüncüsü,
Habeşistan'a yerleşen İtalya, Kızıldeniz'in Hint Okyanusuna çıkış kapısına da
egemen bir duruma geçecekti. İngiltere'nin imparatorluk menfaatleri bu derece
önemli tehdit ve tehlike ihtimalleri ile karşılaşmasına rağmen, Fransa'nın
yatıştırma politikası İngiltere'yi de frenledi. Belki Almanya ile Birleşik
Amerika, özellikle ekonomik zorlama tedbirleri konusunda İngiltere'ye destek
olabilirlerdi. Fakat bu da mümkün olmadı. İtalyan-Habeş savaşının çıkmasını
Almanya kendi yararı için kullandı ve 1936 Martında, Versay'ın, Ren bölgesinin
askerlikten tecrit edilmesine ait hükümlerini ilga etti. Üstelik bu buhran
sırasında Almanya ve İtalya birbirlerine yaklaştılar ve Berlin-Roma Mihveri kuruldu.
Birleşik Amerika'ya gelince: 1933'den itibaren Avrupa'nın buhranlar içine
sürüklenmesi karşısında Birleşik Amerika, Avrupa diplomasisinin bu buhranları
içine sürüklenmekten korkmuş ve infirat politikasına daha fazla bağlanmıştır.
Bunun için de 1935 Ağustosunda Tarafsızlık Kanunu'nu çıkarmıştır. Bu kanuna
göre, bir savaş halinde, Başkan, savaşan taraflara silah ve malzeme satılmasını
yasaklayabilirdi. Amerika İtalya-Habeş savaşına bu kanunu uyguladı. Bu ise,
Habeşistan'ın Amerika'dan silah satın almasını imkansız kıldı ki, sonuç olarak,
Tarafsızlık Kanunu İtalya'nın işine yaradı. Fransa, Almanya ve Birleşik
Amerika'nın bu durumları İngiltere'nin öne atılmasını engelledi. İngiltere, Fransa'yı
da beraberinde götürebildiği kadar, Milletler Cemiyeti ile işbirliği yapma
politikasını tercih etti. Bununla beraber, İtalya-Habeş savaşının İngiltere'nin
Akdeniz deki politikası üzerinde bazı etkileri oldu. İtalya'nın zorlama
tedbirleri konusunda küçük devletleri tehdit etmesi üzerine, İngiltere ile
Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye birbirlerine karşılıklı garantiler verdiler.
Herhangi birinin bir saldırıya uğraması halinde birbirlerine yardım vaat
ettiler. İkinci olarak, İngiltere Mısır ile anlaşma yoluna gitti ve Ağustos
1936 ittifakı ile Mısır'ın tarin bağımsızlığını kabul ederek, Süveyş Kanalı
bölgesi hariç, Mısır'dan tamamen çekildi.
C) İtalya'nın Habeşistan'ı İlhakı
Milletler
Cemiyetinin ve büyük devletlerin zorlama tedbirleri konusunda etkili ve ortak
bir cephe kuramaması, politik şartlar bakımından İtalya'nın işini çok
kolaylaştırdı. Çünkü İtalya'nın hareket serbestisi engellenemediği gibi,
Habeşistan'a bir yardım yapılması ve mukavemetinin kuvvetlendirilmesi de mümkün
olmadı. İş yine Habeşistan'ın kendisine düştü. Gerçekten, gayet zayıf ve hatta
ilkel silahlarla çarpışmalarına rağmen, Habeşler İtalyanlar karşısında çabucak
ezilmedi. Fakat İtalyanlar en modern silahları kullanıyorlardı. Hatta bir ara
Habeşlere karşı zehirli gaz bile kullandılar. Buna rağmen ancak yedi aylık bir
savaştan sonra Habeşistan'ı işgale muvaffak olabildiler. 2 Mayıs 1936 da Habeş
İmparatoru Haile Selassie bir İngiliz gemisiyle memleketini terk edip İngiltere'ye
sığınmak zorunda kaldı. 5 Mayısta Adisababa İtalyanlar tarafından işgal edildi.
9 Mayısta da Habeşistan'ın İtalya'ya ilhakı ilan edilip, İtalya Kralı aynı
zamanda Habeşistan İmparator'u unvanını aldı. Böylece, bütün dünyanın gözü
önünde Milletler Cemiyetinin bir üyesi, başka bir üyenin Paktın teminatı
altında bulunan bağımsızlık ve egemenliğini ve varlığını ortadan kaldırdı.
Ç) Almanya'nın Ren Bölgesine Askerini Sokması
Almanya,
2 Mayıs 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Lokarno Antlaşmalarına aykırı
olduğunu ileri sürmekle beraber, bu anlaşmaları hemen fesih yoluna gitmemişti.
Çünkü, bir defa, Fransız-Sovyet ittifakının Fransız parlamentosunca onaylanmayacağını
tahmin ediyordu. Bundan başka, Versay'ın silahsızlanmaya ait hükümlerinin
ilgasının arkasından, bir de Lokarno anlaşmalarını feshedecek olursa,
Avrupa'daki tepkiler daha şiddetli olabilirdi. Fransız hükümeti Fransız-Sovyet
ittifakını 9 Şubat 1936 da Meclis'in onaylanmasına sundu. Meclis 27 Şubata
kadar yaptığı tartışmalardan sonra, 27 Şubatta bu ittifakı onayladı. Bu olay Almanya'ya,
Versay'ın kayıtlarından kurtulmak için yeni bir fırsat verdi. 7 Mart 1936 da
İngiltere, Fransa ve İtalya'ya verdiği aynı metinli notalarda, Fransız-Sovyet
ittifakının gerek Milletler Cemiyeti Paktının hükümlerine, gerek Lokarno
anlaşmalarının ruhuna aykırı olduğunu, çünkü, bu ittifaka göre bir Sovyet-Alman
çatışması halinde Fransa'nın, Milletler Cemiyeti kararını beklemeden Almanya'ya
karşı savaşa geçmek zorunda olduğunu, bunun da Milletler Cemiyeti Paktına
aykırı olduğunu, bu sebeplerle Almanya'nın da kendisini artık Lokarno
anlaşmaları ile bağlı saymayıp, batı sınırlarının güvenliğini ve savunmasını
garanti altına almak üzere Ren Bölgesi üzerinde tam egemenliğini tesis etmeye
karar verdiğini bildirdi. Aynı gün Alman askerleri Versay Antlaşması ile
askerlikten tecrit edilmiş Ren bölgesine girmeye başladılar. Almanya bu suretle
Versay'ın ağır bir yükünü daha sırtından atmış olmaktaydı. Almanya bu işi
yaparken zamanı çok iyi seçmişti. Milletler Cemiyeti İtalya-Habeş buhranı ile
meşguldü. Bu buhran içinde İngiltere ile İtalya arasındaki münasebetlerin
bozulması, Roma anlaşmaları ile İtalya'yı serbest bırakan Fransa'nın İngiltere
ile birlikte hareket etmemesi sonucu İngiliz-Fransız münasebetlerinin
gevşemesi, Almanya'ya karşı kurulan Stresa Cephesini parçalamıştı. Almanya'nın
Ren boylarına tekrar askerini sokması en fazla Fransa'da tepki uyandırdı. Şimdi
Fransa'nın kuzeyinde silahlanmış ve tahkim edilmiş bir cephe ve silahlanmış bir
Almanya ortaya çıkıyordu ki, bu Fransa'nın güvenliğini zayıflatacak bir
gelişmeydi. Ayrıca, şimdi Fransa bütün dikkatini bu tarafa yöneltmek zorunda
kalacağından, kurmuş olduğu ittifak sistemlerini kuvvetle desteklemesi ve bu
sistemleri işletebilmesi de kolay olmayacaktı. Kısacası Avrupa'daki Fransız
üstünlüğü ve kuvvetler dengesi artık büyük bir değişiklik geçiriyordu. Lakin
Almanya'nın yapmış olduğu bir manevra, İngiltere ve Amerika'nın ve hatta birçok
devletlerin tepkilerini yumuşattı. Almanya 7 Mart notasında. Lokarno
anlaşmalarını feshettikten sonra, birçok barışçı teklifler de ileri sürmüştü.
Bunlar, Batı sınırlarında Almanya ve Fransa ile Belçika topraklarında
askerlikten tecrit edilmiş bölgelerin kurulması, Hollanda'nın da dahil olmasıyla,
Hollanda, Belçika, Fransa ve Almanya arasında 25 yıllık bir saldırmazlık
paktının imzası ve İngiltere ile İtalya'nın da bu paktı garanti etmesi, Almanya'nın
doğu komşuları ile saldırmazlık paktı imzalaması, eşitlik haklarının ve bütün
Alman topraklarında Almanya'nın egemenliğinin tanınması şartıyla Almanya'nın
yeniden Milletler Cemiyetine girmesi idi. Bu barışçı teklifler dolayısıyla
İngiltere Fransa kadar ileri gitmeye yanaşmadı ve Almanya'nın Versay'a aykırı
olan bu hareketi Milletler Cemiyetine havale edildi. Milletler Cemiyeti
Almanya'nın Versay Antlaşmasına aykırı hareket ettiğini ilandan başka bir şey
yapamadı. Devletler Almanya'nın olup-bittisini kabul zorunda kaldılar. Bu durum
karşısında Belçika, 1936 Ekiminde, Fransız ittifakından çıkarak tarafsızlık
politikası izleyeceğini ilan etti. Bu ise, Fransa'nın İ' inci Dünya Savaşından
sonra izlemeye başladığı ittifaklar sistemine ağır bir darbeydi. Bu yeni
politikası ile Belçika Lokarno bloğundan ayrılmış oluyordu. İtalya'nın da
durumu meydanda olduğuna göre, yeni bir Lokarno kurulamazdı. Bu sebeple
İngiltere, 27 Kasım 1936 da, kışkırtılmamış bir saldırı halinde Belçika'nın
bağımsızlık ve toprak bütünlüğü için tek taraflı olarak Belçika'ya garanti
verdi. 4 Aralık da Fransa hem Belçika'ya ve hem de İngiltere'ye garanti verdi.
Bunun üzerine İngiltere de 14 Aralık da Fransa'ya garanti verdi. Böylece
Lokarno'nun yerini karşılıklı garanti sistemi almış oluyordu. Yalnız Belçika,
İngiltere ve Fransa'dan garanti almasına karşılık, herhangi bir garanti
vermedi. Almanya'nın Ren'i militarize etmesi Küçük Antant tarafından da endişe
ile karşılandı. Küçük Antant Konseyi, 7 Mayıs 1936 da Belgrad'da yayınladığı
bir bildiride, milletlerarası durumu "çok ciddi" olarak nitelendirdi
ve Küçük Antant'ın barış antlaşmaları sistemine olan bağlılığını bir kere daha teyit
etti. Balkan Antantı da aynı endişeyi duymaktan geri kalmadı. Balkan Antantı
Daimi Konseyi de, yine Belgrad'da 6 Mayıs da yayınladığı bildiride,
"güvenliğe saygı" ve "sınırların dokunulmazlığı" ilkelerine
olan bağlılığını bir kere daha açıkladı. 1936 yılı sonunda, İtalya ve
Almanya'nın hareketleri sonucu, Lokarno Anlaşmalarının açmış olduğu işbirliği
ve barış havası artık sona eriyordu. Esasına bakılırsa Batı'nın bu gelişmeler
karşısındaki tepkisi çok zayıf olmuştu. Bunun içindir ki, Almanya, 14 Kasım
1936 da, Versay Antlaşması ile enternasyonalize edilen Kiel kanalı ile diğer
Alman nehirlerine ait Versay hükümlerini de ilga ederek bu su yolları
üzerindeki mutlak Alman egemenliğini tekrar kurdu. Bahis konusu nehirler Elbe,
Oder, Tuna, Niemen, Ren ve Moselle nehirleri idi.
D) Berlin-Roma Mihveri
İtalya-Habeş
savaşının en önemli sonuçlarından biri de Nazi Almanya'sı ile Faşist İtalya'nın
birbirine yaklaşması ve iki devlet arasında İİ' inci Dünya Savaşının sonuna
kadar devam edecek sıkı bir işbirliğinin doğması olmuştur. İtalya, Nazilerin
Almanya'da işbaşına geçtiği günden itibaren Almanya'dan endişe duymuş ve Nazi Almanya'sının
Avusturya ile birleşerek, kendi nüfuzu altında bulunan Orta Tuna bölgesine
egemen olmasından daima çekinmişti. Bunun içindir ki Batılılarla Stresa
Cephesini kurmuştu. Lakin İtalya'nın Habeşistan'a yerleşmesi, İtalya'nın
durumunda esaslı değişiklikler meydana getirdi. İtalya şimdi denizaşırı bir
imparatorluk toprağını korumak zorundaydı. Bu ise kolay görünmüyordu. Bir
yandan İtalya'nın Habeşistan üzerinden Mısır'ı tehdit eder duruma geçmesi, öte
yandan Akdeniz'de kuvvetli bir deniz devleti olarak ortaya çıkması, İngiltere
üzerinde tepkisiz kalmamış ve bundan sonra İngiliz-İtalyan münasebetleri bir
rekabet çerçevesi içine girmiştir. Bundan başka, 1936'dan itibaren
İtalya-Fransız münasebetleri de değişmeye başladı. 1936 İlkbaharında Fransa'da
yapılan seçimlerle Radikal Sosyalistler (Edouard Daladier), Sosyalistler (Leon
Blum) ve Komünistler (Maurice Thorez) Halk Cephesi (front populaire) adı
altında bir seçim ittifakı yapmışlar ve kesin bir zafer kazanmışlardı. Leon
Blum bir Halk Cephesi kabinesi kurmuş ve komünistler buna alınmamışsa da,
Komünist Partisi, Moskova'dan Komintern'in verdiği talimata uyarak Blum
kabinesini desteklemiştir. Halk Cephesi hükümeti zamanında Fransız-Sovyet
münasebetleri daha da gelişmiş ve buna karşılık bu hükümetle beraber İtalya'ya
karşı Laval Politikası da değişmiştir. Kısacası Stresa Cephesi ortakları ile
münasebetleri artık tamamen değişmeye başlamıştı. 1936 Temmuzunda İspanya'daki
solcu Halk Cephesi hükümetine karşı sağcıların ayaklanması ve İspanya'nın
solcuların egemenliği altına düşmesi ihtimali de İtalya'yı endişelendiriyordu.
Fransa ve Sovyet Rusya ise solcuları destekliyorlardı. Bu şartlar içinde İtalya
Avrupa'da kendisine bir destek aramak zorunda kaldı. Bu destek ise Nazi Almanya'sından
başkası olamazdı. Hitler daima İtalya ile bir yakınlaşma kurmak istemiş ve
hatta İtalyan-Habeş savaşı sırasında, Milletler Cemiyetinin zorlama
tedbirlerine aldırmayarak, başta kömür olmak üzere birçok stratejik, maddeleri İtalya'ya
satmaya devam etmişti. Bu ise İtalya'yı hoşnut bırakmıştı. Yalnız iki devletin
yakınlaşmasını önleyen önemli mesele, Almanya'nın Avusturya'daki faaliyeti idi.
Fakat Mussolini şunu da gördü ki, Almanya'nın Avusturya üzerindeki emellerinin
gerçekleşmesine engel olamayacaktır. Bu, Batılılardan sonra bir de Almanya ile
münasebetlerini çıkmaza sokmak demek olurdu. Halbuki şimdi Batılılar karşısında
İtalya ile Almanya'nın durumları arasında büyük bir paralellik ortaya çıkmıştı
ve bir Alman-İtalyan bloğunun kurulmasında, İtalya'nın birçok menfaatleri
olabilirdi. Nihayet Almanya'nın 11 Temmuz 1936 da Avusturya ile bir anlaşma
yapıp, kendisinin Avusturya'nın bağımsızlığına saygı gösterme taahhüdünde
bulunmasına karşılık, Avusturya'nın da Naziler hakkında bazı hoş görür
tedbirler alması, İtalya'yı bu konuda da ferahlatınca, iki devlet arasında bir
yakınlaşma meydana geldi. İtalya ile Almanya arasında 1936 yazında birçok
karşılıklı ziyaretler yapıldı. Mussolini'nin damadı ve İtalyan Dışişleri Bakanı
Kont Ciano 1936 Ekiminde Almanya'yı resmen ziyaret etti ve büyük gösterilerle
karşılandı. Artık Avrupa'da bir İtalyan-Alman ortak cephesi ortaya çıkıyordu.
Almanya'nın Avusturya ile yaptığı barış ve Macaristan'ın İtalya ile iyi
münasebetleri de göz önüne alınınca, İ' inci Dünya Savaşından önceki Üçlü
İttifak tekrar kurulmuş gibi görünüyordu. Almanya, İtalya ve
Avusturya-Macaristan çok değişmiş şartlar altında tekrar buluşuyorlardı. Mussolini
1 Kasım 1936 da Milano'da verdiği bir söylevde "Berlin-Roma çizgisi bir
taksim çizgisi (diyaframa) olmayıp, işbirliği ve barış isteyen bütün Avrupa
devletlerinin etrafında toplanabileceği bir mihver (asse)dir" diyordu.
Berlin-Roma Mihveri, bundan sonra, İİ' inci Dünya Savaşının sonuna kadar
milletlerarası münasebetlerde çok sözü edilen bir deyim olacaktır.
E) Anti - Komintern Pakt
1936 Kasımında
Berlin-Roma Mihveri kurulduğu bir sırada, öte yandan Berlin-Tokyo Mihveri de
kuruldu. Bu, Almanya ile Japonya'nın Sovyet Rusya'ya ve Komintern'in
milletlerarası komünizm faaliyetine karşı imzalamış oldukları Anti-Komintern
Pakt'dır. 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Almanya üzerinde yarattığı
tepki, sadece Ren boylarının Almanya tarafından militarize edilmesi sonucunu
vermemiş, fakat aynı zamanda Almanya 1936 Martından itibaren komünizme ve dolayısıyla
Sovyet Rusya'ya karşı geniş bir kampanya açmıştır. Fakat bu kampanya özellikle
yaz aylarında şiddetlenmiştir. Bunun da sebebi, 1936 Ağustosunda Sovyet
Rusya'nın askerlik çağını 21 yaştan 19'a indirmesidir. Fransız-Sovyet ve
Sovyet-Çekoslovak ittifaklarından sonra Sovyet Rusya'nın bu askeri tedbirleri Almanya'yı
sinirlendirmiştir. Hitler 12 Eylül 1936 da verdiği bir söylevde Ukrayna'nın,
Ural'ların ve Sibirya'nın tabii zenginliklerinden ve Nasyonal-Sosyalizm
sayesinde bu toprakların erişeceği refah seviyesinden söz ediyor ve 14 Eylüldeki
söylevinde de Bolşevizm'i, "en büyük can düşmanımız" diye
nitelendiriyordu. Sovyet Savunma Bakanı Mareşal Voroşilov da 16 Eylüldeki
söylevinde Sovyetlerin nerde ve ne zaman olursa olsun, her türlü savaşa hazır
olduğunu söylüyordu. Almanya'nın bu faaliyeti ve davranışı Japonya'yı Almanya'ya
yaklaştırmıştır. Japonya, Mançurya ve Jehol'ü ele geçirdikten sonra, İç
Moğolistan'da faaliyete geçmişti. Bu Japonya'nın Asya'nın ortalarına kadar
ilerleme niyetinin bir işareti idi. Bunu fark eden Sovyet Rusya, 12 Mart 1936
da Dış Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Bu
ittifak tabiatıyla Japonya'ya yöneltilmişti ve Sovyet Rusya Japonya'ya bunu
açıkça bildirmişti. Öte yandan Japonya Çin'e girmek için de hazırlanmaktaydı.
Böyle bir hareket ise, Çin komünistlerini destekleyen Sovyet Rusya ile Çin
milliyetçilerini destekleyen Birleşik Amerika'nın tepkisine sebep olabilirdi.
Yani, Almanya'nın Fransa ile Sovyet Rusya arasında kalması gibi, Japonya da
kendisini Sovyet Rusya ile Birleşik Amerika arasında sıkışmış gibi görmekteydi.
Gerek Almanya, gerek Japonya için ortak tehlike Sovyet Rusya görünüyordu. Bu
sebeplerle, 25 Kasım 1936 da iki devlet Anti-Komintern Paktı imza ettiler.
Anlaşma açık ve gizli olmak üzere iki kısımdı. Açık kısma göre, taraflar
Komünist Enternasyonalinin (Komintern) faaliyetleri ve buna karşı savunma
tedbirleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı.
Memleketlerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert tedbirler alacaklar ve bu
konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı. Gizli
kısma göre de, taraflardan biri Sovyet Rusya'nın kışkırtılmamış bir saldırısına
veya saldırı tehdidine hedef olursa ortak menfaatlerini korumak için alınacak
tedbirler hakkında birbirlerine danışacaklar ve ayrıca, birbirlerine haber
vermeden Sovyet Rusya ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Paktın
süresi, 3'üncü Enternasyonal'in devamı süresince idi. Anti-Komintern Pakta
İtalya 6 Kasım 1937 de katılmış ve Berlin-Roma-Tokyo Mihveri teşekkül etmiştir.
5
İspanya İç Savaşı
İspanya
iç savaşının özelliği, İ' inci Dünya Savaşından önceki blokların çatışması
devresinde olduğu gibi, 1936'dan itibaren Berlin-Roma Mihverinin Sovyet Rusya
ve Komünizme açmış olduğu mücadelenin, iki taraf arasındaki uçurumu bu iç savaş
sırasında daha da derinleştirmesi ve Batılı demokrasilerin de bu mücadelede son
derece zayıf hareket etmeleridir. Berlin-Tokyo Mihverine gelince, Japonya
İspanya iç savaşını, Çin'e saldırmak için değerli bir fırsat olarak
kullanacaktır. İspanya iç savaşının sebepleri, bu memleketin XİX' uncu yüzyılın
başından beri içinde yuvarlanmakta olduğu istikrarsızlık ve iç karışıklıklarda
yatmaktadır. İ' inci Dünya Savaşından sonra komünizmin milletlerarası
münasebetlere bir faktör olarak girmesi, İspanya'nın iç düzensizliğini daha da
şiddetlendirmiştir.
A) İspanya'nın Durumu
1902
yılında İspanya tahtına 16 yaşındaki Xİİİ' üncü Alfonso gelmişti. Alfonso
anayasalı monarşiyi benimsemiş olduğundan memlekete derhal bir anayasa
vermişti. Fakat bu anayasa İspanyayı daha fazla karıştırmaktan başka bir şeye
yaramadı. 1902-1923 arasında 33 tane kabine düştü. Bu siyasal istikrarsızlığa,
İspanya'nın kronik derdi haline gelen ekonomik sıkıntılar da eklendi. Memlekete
siyasal ve ekonomik bir düzen vermek isteyen ordu, 1923 Eylülünde bir darbe ile
iktidarı ele aldı ve monarşiye dokunulmaksızın, başbakanlığa General Primo de
Rivero geçti. Rivera, Mussolini'den örnek alarak, faşist diktatörlük yoluna
gitti ve bütün demokratik müesseselere son verdi. Bununla beraber, bir ekonomik
kalkınma ve batılılaşma çığırını da açmaya muvaffak oldu. Rivera altı buçuk yıl
iktidarda kaldı. Fakat İspanya'nın meselelerine köklü bir çözüm yolu
getiremedi. Diktatörlüğü süresinde, sağ daha şiddetli sağcı oldu, sol da daha
çok sola kaydı. Bir denge unsuru olabilecek mutedil gruplar ise daha çok
zayıfladı. Rivera ordunun desteğini kaybettiğini görünce 1930 Ocak ayında
istifa etti ve onun ayrılmasından sonra İspanya'da tekrar anayasalı rejim
başladı. Fakat anayasalı rejim İspanyayı, tekrar, 1936 da iç savaşın
patlamasına kadar sürecek karışıklıklar içine attı. Şimdi solcular birdenbire
ortaya çıkarak Cumhuriyetçiliği savunmaya başlamışlardı. 1930 ve 1931 de birçok
cumhuriyetçi ayaklanmalar çıktı. 1931 Nisanında yapılan belediye seçimlerinde
cumhuriyetçiler ezici bir zafer kazanınca, Kral Alfonso, tahtından feragat etmeden
memleketi terk etti ve Cumhuriyet ilan edildi. Kurucu Meclis seçimlerinde
solcular ve cumhuriyetçiler yine kesin bir zafer kazandı. Solcuların bu zaferi,
sağ'ın tepkisini şiddetlendirdi ve İspanyayı iç savaşa götürecek gelişmeler
akmaya başladı.
B) İç Savaşın Patlaması
Cumhuriyet
rejiminin ilk cumhurbaşkanı Alcala Zamora ve başbakanı da Azana idi. Azana'nın
ilk işi, Meclis'teki solcu çoğunluğa dayanarak çıkardığı bir dizi kanunlarla,
Kiliseye karşı hücuma geçmesi oldu. Kilise okulları kapatıldı ve kilisenin
malları elinden alındı. Din adamlarına hükümetten yapılan yardımlar kesildi.
Ayrıca, köylünün durumunu düzeltmek için toprak reformlarına girişilmek
istendi. Bu reform işi ağır gidince köylüler kuvvet yoluyla zenginlerin
topraklarını ellerinden almaya başladı. Bu ise halk arasında, öldürmelere kadar
giden silahlı çatışmalara sebep oldu. Birçok ayaklanmalar çıktı. Hükümet
köylülerin bu hareketini hoşgörülülükle karşıladı. Sol'un bu davranışına karşı
sağcı tepkinin kendisini hissettirmesi kaçınılmazdı. 1933 Kasımında yapılan
seçimleri solcular her yerde kaybettiler. Alfonso taraftarı Kralcılar şimdi
monarşi istiyorlardı. Primo de Rivera'nın oğullarından birinin liderliğinde
bulunan Sağcı Falanjist'ler bir kuvvet olarak belirdiler. Falanjist Parti, İtalya'daki
Faşist Partisini kendisine örnek almıştı. Sağcı tepki, bu sefer sol'un
hareketlerini şiddetlendirdi. 1934 Ekiminde Asturias'daki maden işçileri
ayaklandı ve yapılan çarpışmalarda 3.000 kişi kadar öldü. Memlekette bir
yağmacılık başladı. Bu gelişmeler içinde 1936 Şubatında yapılan seçimleri
solcular yine kazandı ve Azana, bir Halk Cephesi (frente popular) hükümeti
kurdu. Solcular hapisten çıkarılıp, bu sefer hapishaneler sağcılarla
dolduruldu. Ordu, Genelkurmay Başkanı General Francisco Franco'nun liderliğinde
bir hükümet darbesi yapmak istediyse de başaramadı ve General Franco Kanarya
Adalarına vali atandı ve birçok subaylar da emekliye sevk edildi. 1936 Temmuzunda
solculardan Castillo adlı birisinin öldürülmesi üzerine, solcular da, Primo de
Rivera'nın Maliye bakanlarından ve monarşist muhafazakar Calvo Sotelo'yu
öldürünce 17 Temmuz 1936 da, İspanyol Fas'ındaki askerler ayaklandı ve bu
ayaklanma güney İspanyaya da yayıldı. General Franco Kanarya adalarından Fas'a
gelerek ayaklanmanın liderliğini ele aldı. İspanya iç savaşı nihayet patlak
vermişti. İspanya iç savaşında sağcılara Milliyetçiler, solculara da
Cumhuriyetçiler denilmiştir. İç savaş çıkınca, köylüler, şehirlerdeki işçiler,
komünistler sosyalistler, sendikalistler ve anarşistler Cumhuriyetçilere
katılmışlardır. İspanya'nın maden ve tarım bakımından zengin bölgeleri
Cumhuriyetçilerin elindeydi. Cumhuriyetçiler, Valencia'da müfrit
sosyalistlerden Largo Caballero başkanlığında bir hükümet kurdular. Lakin
askeri kuvvet bakımından çok zayıftılar. Buna karşılık, ordunun bütün subay
kitlesi Milliyetçilere katıldı. Milliyetçilerin ilk anda 27.000 kişilik
muntazam bir askeri kuvveti vardı. Milliyetçiler de General Franco'nun
başkanlığında Burgos'da bir hükümet kurdular ve bu hükümet 1936 Kasımında İtalya
ve Almanya tarafından derhal tanındı. İspanya iç savaşı gayet karışık
milletlerarası gelişmelerle üç yıl sürmüş ve 1939 Martında Milliyetçilerin
Madrid'e girmeleri ile Milliyetçilerin zaferi ile sonuçlanmıştır. İspanya iç
savaşı ile yakından ilgilenen başlıca devletler, Sovyet Rusya, İtalya ve
Almanya olmuştur. Bunların savaşan taraflara yaptıkları yardımların niteliği
bilinmemekle beraber, şurası muhakkaktır ki, her üç devlet de parmaklarını
İspanya çöreğine daha 1936 dan önce sokmuş bulunmaktaydılar. Sağ-Sol mücadelesi
sırasında Sovyet Rusya solcuları, İtalya ve Almanya sağcıları desteklemişlerdi.
İç savaşın çıkması Sovyet Rusya'da Cumhuriyetçiler lehine büyük gösterilerin
yapılmasına vesile verdi. İspanya'daki Sovyet elçilik ve konsolosluk memurları
Cumhuriyetçilerin akıl hocaları oldular. Komintern, Cumhuriyetçilerle sıkı
temas kurarak Cumhuriyetçilerin harekatını idare etmeye çalıştı. Sovyet
alanları Avrupa pazarlarından Cumhuriyetçiler için silah ve malzeme satın
aldılar. Sovyet Rusya'nın İspanyaya uzaklığı ve deniz gücünün zayıf olması daha
aktif bir katkısını engelledi. İtalya'nın iç savaşa müdahalesi ve
Milliyetçilere yaptığı yardım çok daha geniş oldu. İtalya, İspanya'da
solcuların egemenliğinden hoşlanmadığı gibi, Milliyetçilerin zaferi Akdeniz'de
İtalya'nın durumunu çok daha kuvvetlendirecekti. Buna karşılık, İngiltere ile
Fransa'nın da durumları zayıflayacaktı. Birçok memleketlerden kişisel
gönüllülerin İspanyaya giderek Cumhuriyetçilerin safına katılması İtalya'nın
işini kolaylaştırdı ve gönüllü adı altında birçok İtalyan askerleri
Milliyetçilerin yardımına gönderildi. Bundan başka İtalya deniz yoluyla
Milliyetçilere silah ve malzeme yardımında bulundu. Almanya'ya gelince, o da
Milliyetçileri destekledi. Çünkü İspanya'da Faşistlerin egemen olması halinde,
Fransa İspanya ile Almanya arasında sıkışmış olacaktı. Bununla beraber
Almanya'nın Milliyetçilere yaptığı yardım İtalya'dan daha az olmuştur. Mamafih,
İspanya iç savaşı sırasında Almanya ile İtalya arasındaki bağlar, Avrupa'daki
diğer buhranlara paralel olarak daha da kuvvetlenmiş ve sıkılaşmıştır. Fransa'da
bu sırada Halk Cephesi hükümetinin, yani solcuların iktidarda bulunması,
Fransız hükümetinin sempatisini Cumhuriyetçilere kaydırmıştır. Hatta Fransız
Hava Bakanı Cot, Cumhuriyetçilere Fransız hava kuvvetlerinden uçaklar ve başka
malzeme göndermiştir. Fakat bu işi gizli yapmıştı. Çünkü Fransa
Cumhuriyetçileri açıkça desteklemeye gidemedi. İngiltere'nin durumu Fransa'nın
da hareket serbestisini frenledi. İngiltere'de İşçi Partisi Cumhuriyetçilerin
tarafını tuttu ve hükümet üzerinde bu yolda baskı da yaptı. Lakin İngiliz
hükümeti İspanya iç savaşı karşısında açıkça cephe alamadı. Çünkü İngiliz kamu
oyu barış taraftarıydı ve İngiltere'nin buhranlar içine karışmasını
istemiyordu. Öte yandan 1937 Mayısında Başbakanlığa Neville Chamberlain'in
gelmesi ile yatıştırma politikası büyük bir hız kazandı İngiltere, İtalya'nın
Habeşistan'ı işgalinden sonra, bu devletin Almanya'nın kucağına atılmasını
önlemek için İtalya'ya karşı yumuşak bir durum almış ve 2 Ocak 1937 de
Gentlemen's Agreement'i yapmıştı. Bu anlaşma ile iki devlet, birbirlerinin
Akdeniz'deki menfaatlerine saygı göstereceklerdi. Bunu 16 Nisan 1938 de, aynı
nitelikte ikinci bir anlaşma izlemiştir. Bu sonuncu anlaşma ile iki devlet
Afrika sömürgelerindeki münasebetlerini düzenliyorlardı ki, bu Habeşistan'ın İtalya'ya
ilhakının İngiltere tarafından resmen tanınması demekti. Nihayet, 1937 de
Japonya'nın Çin'e saldırması da İngiltere'yi Avrupa'da yumuşak bir politika
izlemeye daha kuvvetle itmiştir. İngiltere'nin bu durumu karşısında Fransa
yalnız kalınca, 1936 Ağustosunda İspanya iç savaşı için Karışmazlık ilkesini
ortaya attı. Yani devletler İspanya iç savaşına hiçbir şekilde müdahalede
bulunmayacaklar ve taraflardan hiçbirine yardım etmeyeceklerdi. İngiltere,
Fransa, Sovyet Rusya, Almanya ve İtalya'nın da dahil olduğu 15 devlet bu ilkeyi
benimsedi ve Londra'da 1936 Eylülünde devamlı bir Karışmazlık Komitesi kuruldu.
Komite karışmazlık ilkesinden doğan meseleleri ele alacaktı. Karışmazlık
Komitesi, Sovyet Rusya, İtalya ve Almanya'nın yardım ve müdahalelerine hiçbir
değişiklik getiremedi. Komite, İspanyaya dışarıdan silah ve malzeme
gönderilmesini önlemek için 1937 Nisanında, İspanya kıyılarını bölgelere
ayırarak, her bölgenin kontrolünü Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya'ya
verdi. Lakin Mayıs ayında bir Alman gemisinin Cumhuriyetçi uçaklar tarafından
batırılması üzerine, bir Alman uçak filosu Cumhuriyetçilere ait Almeria'yı
bombardıman etti ve arkasından da Almanya ve İtalya bu deniz kontrolünden çekildiler.
Denizaltı korsanlığı da başka bir mesele oldu. 1937 yazında bazı Sovyet,
İngiliz ve Fransız gemileri Akdeniz'de meçhul denizaltılar tarafından
batırıldı. Bu meseleyi ele almak için 1937 Eylülünde Nyon Konferansı
toplandıysa da, Sovyetlerin İtalyan denizaltılarını korsanlıkla itham etmesi
üzerine, İtalya ve Almanya bu konferansa katılmadılar. Konferans, İngiltere ile
Fransa'nın denizaltı korsanlığına karşı mücadele etmesine karar verince, bir
daha denizaltı korsanlığı olayı olmadı. Karışmazlık Komitesi, 1938 Nisanında,
İspanya'daki bütün yabancı gönüllülerin kademe kademe çekilmesi için bir plan
kabul ettiyse de, 1938 yılının başında Milliyetçilerin hızlanan askeri
harekatı, 1939 başında iç savaşı sona erdirdi. Birleşik Amerika İspanya iç
savaşına herhangi bir şekilde bulaşmamak için özel bir çaba harcadı. Bunun için
de 1937 Ocak ayında yeni bir tarafsızlık kanunu çıkararak, savaşan taraflara
silah ve malzeme satışını yasakladı.
C) Milliyetçilerin Zaferi ve İç Savaşın Sonu
İspanya
iç savaşı üç yıl kadar sürdü. Sonunda Milliyetçiler bütün İspanyaya egemen
olmaya muvaffak oldular. 1938'den itibaren Milliyetçilerin ilerlemesi hızlandı.
Barselona ve Madrid Cumhuriyetçiler tarafından inatla savunuluyordu. Lakin 1939
Şubatında Barselona ve Mart ayında Madrid Milliyetçilerin eline geçti ve
böylece Cumhuriyetçilerin mukavemeti her tarafta kırılmış oluyordu. İtalya'nın
çok istediği gibi Doğu Akdeniz'de yeni bir faşist rejim daha ortaya çıkmıştı.
6
Japonya'nın Çin'e Saldırması
A) Çin'deki Gelişmeler
1912
Şubatında Çin'de Mançu ailesinin hükümdarlığı sona erip cumhuriyet ilan
edilmekle beraber, Çin, Japonya'nın kendisine saldırdığı yıl olan 1937'ye
kadar, bir türlü siyasal istikrara ve bütünlüğe kavuşamadı. Çin'in bu durumu,
Japonya'nın bu ülke üzerindeki ihtiraslarını kamçıladı. Cumhuriyetin ilanından
sonra Çin'in kaderi orduya dayanan General Yuan Shih-kai'nin eline geçti.
Yalnız General Yuan ancak Çin'in kuzey kısmına egemendi. Güney ise Dr. Sun
Yat-sen'in Kuomintang partisinin nüfuzu altında idi. Kuomintang'ın merkezi
Canton'da bulunuyordu. Kuzeyde General Yuan'ın askeri diktatörlüğüne karşılık,
güneyde Dr. Sun, 1921 Martında verdiği bir söylevde, Kuomintang'ın programını
şu üç noktada topladı:
1) Milliyetçilik: Çin'deki bütün yabancı
imtiyaz ve hakların tasfiye edilmesi,
2) Demokrasi: Kuomintang'ın geçici bir vesayet
rejimi ile Çin halkının demokrasiye alıştırılmasından sonra tam demokrasiye
geçiş,
3) Sosyal Adalet: Her Çinli aile için asgari
bir refah seviyesi ve gelirin adil bir dağılışı.
1920-21
yıllarında Komünist Partisinin de kurulması ile Çin'de iktidar mücadelesi yapan
kuvvetlerin sayısı üçe çıkmış oluyordu. Fakat 1921 yılında Canton'da ayrı bir
Çin Cumhuriyeti'nin ilanı ve Dr. Sun'un da cumhurbaşkanlığına getirilmesi
üzerine, yarı-bağımsız bir halde bulunan mahalli derebeyleri Dr. Sun'un
otoritesi altına girmek istemeyip ayaklandılar ve Dr. Sun Canton'dan kaçıp
Shanghai'ya sığınmak zorunda kaldı. Bu gelişme Dr. Sun'u Sovyet Rusya'ya
dayanmaya götürdü ve 1923 yılı başında Dr. Sun ile Sovyet Rusya arasında bir
anlaşma yapıldı. Bu anlaşma ile Sovyet Rusya Milliyetçilere yani Dr. Sun'a
yardıma başladı. Milliyetçilerin ordusunu düzenlemek ve teşkilatlandırmak için
Sovyetler birçok askeri uzmanlar gönderdiler. Sovyetlerin yardımı ile Dr. Sun
ordusunu kuvvetlendirince, Peking'e karşı harekete geçti. Fakat 1925 Martında
da Dr. Sun öldü ve Milliyetçilerin liderliğini General Chiang Kai-shek eline
aldı. General Chiang, askeri hareketlere devam ederek 1927 yılında bütün
Yang-tze vadisini ele geçirdi ve Nanking'i Milliyetçi hükümetin merkezi yaptı.
1928 Haziranında da Peking'i düşürerek Kuomintang'ın Çin üzerindeki
egemenliğini sağlamaya muvaffak oldu. Peking'in adı değiştirildi ve "Kuzey
Barışı" anlamına gelen Peiping adı verildi. Fakat 1927 yılından itibaren
de Chiang Kai-shek'in komünistlerle arası açıldı. Sovyet Rusya'nın
Milliyetçilere yaptığı yardım Kuomintang içinde komünist unsurların gittikçe
artması sonucunu verdi ve bu da çoğunluğu teşkil eden muhafazakar unsurların
tepkisiyle karşılaştı. Esasen Chiang Kai-shek de Sovyet yardımını ancak
zorunluluk dolayısıyla kabul etmiş bulunuyordu. Şimdi duruma egemen olduğuna
göre, Sovyet yardımına ihtiyacı kalmamıştı. Bunun için 1927 yılında
komünistlere karşı birdenbire şiddetli tedbirler aldı. Sovyet uzmanları kaçmak zorunda
kaldılar. Komünistler de kaçarak bunlar Kiangsi ve Fukien eyaletlerinde
toplandılar. Liderleri Mao Tse-tung ve Chu Teh idi. General Chlang'ın bu komünist aleyhtarı
politikası, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere Batılıların kendisinin hemen
yardımına koşması sonucunu verdi. Özellikle İngiltere ve Amerika Çin'e ekonomik
yardıma başladılar. Hatta Almanya bile ilgisiz kalmadı ve Çin ordusunda Sovyet
uzmanlarından boşalan yerler Alman generalleri ile dolduruldu. General Chiang
Batılıların desteğini kazanınca, komünistleri kesin olarak tasfiye etmek için
harekete geçti. Komünistler ise Kiangsi'de siyasal ve askeri hazırlıklar
yapıyordu. Chu Teh Kızıl Çin Ordusu'nu kurdu. Mao Tse-tung ise köylüleri,
işçileri gerilla kuvvetleri olarak organize etti. Öte yandan zenginlerin geniş
toprakları köylüye dağıtılarak fakir köylünün desteği sağlandı. İdari teşkilat
için de mahalli Sovyetler kuruldu. Nihayet 1931 Kasımında Kiangsi'de Çin Sovyet
Cumhuriyeti ilan edildi ve başkanlığa da Mao Tse-tung getirildi. 1928 de
Chiang'ın sağlamış olduğu bütünlük şimdi yine parçalanma yoluna giriyordu. Bu
fırsatı kaçırmak istemeyen Japonya da 1931 de Mançurya'yı işgale başladı. Fakat
"Japonlar bir cilt hastalığıdır, halbuki komünistler ise bir kalp
hastalığıdır" diyen Chiang, dikkatini Japonlardan fazla komünistlere
yöneltti ve 1934 de Kiangsi'deki komünistlere karşı harekete geçti. Chiang'ın
kuvvetlerine karşı koyamayan komünistler, Uzun Yürüyüş adını alan 5.000 millik
bir yürüyüşle Sovyet Rusya'nın sınırlarına yakın olan ve Sovyet Rusya'dan
kolaylıkla yardım alabilecekleri kuzey-batıdaki Shensi eyaletinde Yenan'a
sığındılar. General Chiang Kai-shek'in komünistlerle uğraşması Japonlar için
yeni bir fırsat oldu ve Mançurya ve Jehol üzerinden faaliyete geçerek Çin'in
diğer kuzey eyaletlerine de sızmak için çaba harcamaya başladılar. 1935-36
yıllarında Çin üzerindeki bu yeni Japon tehlikesi adamakıllı belirmeye
başlamıştı. Japon tehlikesini Chiang Kai-shek'den daha ağır bir tehlike olarak
gören komünistler, Chiang Kai-shek'le anlaşıp Japonlara karşı kuvvetli bir
birlik kurmak istediler. Komünistlerin bu çaba ve istekleri Sovyet Rusya
tarafından da desteklendi ve uzun süren görüşmelerden sonra ve Çin-Japon
savaşının sebebini teşkil eden Marco Polo Köprüsü olayı üzerine, 1937 Eylülünde
Komünistler ve Milliyetçiler bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşma ile Kızıl Çin
Ordusu Milliyetçilerin emir ve komutası altına giriyor ve buna karşılık
Milliyetçiler de, bir siyasal organizasyon olarak komünistlerin varlığını kabul
ediyordu. Komünistlerle Milliyetçiler arasındaki bu işbirliği İİ' inci Dünya
Savaşının sonuna kadar devam edecektir.
B) Japonya'nın Asya'daki Faaliyetleri
Japonya'nın
Mançurya'yı ele geçirmesi, Asya kıtasındaki geniş ihtiraslarının ancak ilk
basamağını teşkil ediyordu. Bu işgale karşı büyük devletlerin tepkisinin son
derece zayıf olması ve Milletler Cemiyetinin de herhangi bir şey yapamaması Japonya'yı
daha çok cesaretlendirdi. Bundan sonra faaliyetlerinde daha serbest kalabilmek
amacı ile milletlerarası işbirliğinden çekilmek için teşebbüslerde bulundu.
Bunun ilki, 1933 Martında Milletler Cemiyetinden çekilmesidir. Arkasından,
kendi deniz gücünü sınırlayan 1922 Washington anlaşmalarından yakasını sıyırmak
istedi. İngiltere ve Amerika ile eşitlik iddiasını ileri sürdü. Bu iki devletle
bu konuda yaptığı görüşmeler kendisi bakımından olumlu sonuç vermeyince, 1934
Aralık ayında 1922 Washington anlaşmalarını feshetti. Ellerini bu iki
bağlantıdan kurtarınca, şimdi niyetlerini de açığa vurmaya başladı. 1934
yılında Asya'nın Monroe Doktrini'ni ortaya attı. Asya Asyalılarındır deyip,
Batılıların Çin'le olan her türlü ilgilerinin kesilmesini istiyordu. 1935
Ekiminde Çin'e verdiği bir notada, Çin-Japon münasebetlerinin düzelebilmesi
için, iki devletin komünizme karşı mücadelede işbirliği yapmaları şartını ileri
sürdü. Bu şartın altında gizlenen gaye, hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar
açıktı. Komünizme karşı işbirliği adı altında Japonya Çin'i kontrolü altına
almak istiyordu. Yine 1935 yılından itibaren Çin'e ait Chahar ve Hopei'de sızma
faaliyetlerini arttırdı. Bu iki eyalette muhtariyet kışkırtmalarını
hızlandırdı. Ayrıca Shansi ve Shantung valilerini de muhtariyete teşvik
ettiler. Bu eyaletlerin muhtariyeti ve dolayısıyla Japon nüfuzu altına
girmesiyle Japonya Yang-tze vadisine çok yaklaşmış olacaktı. Mamafih,
Japonya'nın Hopei ve Chahar'daki muhtariyet kışkırtmaları başarılı oldu ve bu
iki eyalette muhtariyet akım ve eğilimlerinin artması üzerine, Çin hükümeti
1935 Aralık ayında "Hopei-Chahar Muhtar Siyasal Konseyi"ni kurdu. Bu iki
eyalet iç işlerinin idaresinde bağımsızlık kazanıyorlardı. Bunun arkasından
Japonya bu iki eyalete ekonomik ve teknik uzmanlar göndererek, buradaki nüfuz
ve kontrolünü günden güne arttırdı. 1936 yılı başından itibaren Japonya'nın
kuzey Çin eyaletlerindeki faaliyetlerinde bir duraklama oldu ve duraklama 1937
yazına kadar sürdü. Bunun da sebebi Japonya'nın iç gelişmeleridir. 1935 yazında
Japonya'da askerler arasında yeni bir doktrin yayılmaya başladı. Showa
Restorasyonu adını alan bu doktrin, devletin idaresinin doğrudan doğruya
İmparatora verilmesi ve askerlerin sivil hükümetten değil, İmparatordan emir
alması amacını güdüyordu. Bu doktrinin sosyal düzen anlayışı ise, Faşizm ve
Nasyonal-Sosyalizmden mülhem olmuştu. İmparatorun hakimiyeti altında
militarist-sosyalist- totaliter bir devlet anlayışına sahipti. Parlamentarizmin
her türlü şekline düşmandı. Ordunun aşırı-emperyalist unsurları bu doktrinden
çok hoşlanmışlardı. Fakat hükümet orduyu bu doktrinden temizlemeye teşebbüs
edince, siyasal cinayetler arttı. 1936 Şubatında yapılan seçimlerde, askerlerle
sıkı bağları olan Seiyukai partisinin kaybetmesi ve mutedil ve liberal Minseito
partisinin kazanması üzerine, 20 kadar subayın liderliğinde ayaklanan 1.500
kadar asker, dört gün süre ile ortalığı karıştırdı ve birçok devlet adamlarını
öldürdüler. Hükümet bu ayaklanmayı bastırdı lakin bu olaydan askerlerin nüfuzu
zayıflayarak değil, kuvvetlenerek çıktı. Askerler ilk kabinelere hakim
olamadıkları halde, yine askerlerin baskısı ile Japonya 1936 Kasımında Almanya
ile Anti-Komintern Paktı imzaladı. Nihayet 1937 Haziranında Pan-Asyanism
taraftarı Prens Konoye kabinesinin işbaşına gelmesi, askerlerin işini
kolaylaştırdı ve 7-8 Temmuz 1937 gecesi Pekin yakınlarında Marco Polo Köprüsü
Olayı'nı çıkartarak, Çin'i istila teşebbüsüne giriştiler.
C) Japonya'nın Çin'e Saldırması ve Devletler
Japonya
1937 Temmuzunda Çin'i istilaya girişirken, hem Çin'in iç durumundan ve hem de
milletlerarası durumdan faydalanarak zamanını iyi seçmişti. Çin'in iç durumunu
ve buna ait gelişmeleri yukarıda açıklamıştık. Bundan başka, 1935'den itibaren
Çin'de şiddetlenen milli duygular da Japonya'yı bir an önce harekete geçmeye sevk
etmiştir. Japonya'nın Hopei ve Chahar'da muhtariyet eğilimlerini kışkırtması ve
sonunda bu iki eyaletin muhtariyet kazanması, Çin hükümeti ve Chiang
Kai-shek'den fazla Çin halkı üzerinde tepki uyandırdı. Çinliler, Japonya bizi
bir enginar gibi yaprak yaprak parçalıyor, diyorlardı. Bütün Çin'de bir Milli
Kurtuluş Hareketi meydana geldi. Halk Japonya'ya karşı tutumun sertleştirilmesini
istiyordu. Hatta Komünistler bile Japon tehlikesi karşısında Chiang Kai-shek'le
anlaşma ve birleşme yollarını aramaya başladılar. Çin'de bu milli birlik
duygusu kuvvetlenmeden Japonya Çin meselesini bir sonuca ulaştırmak istedi.
Milletlerarası şartlar da Japonya'nın harekete, geçmesi için müsaitti.
İtalya'nın Habeşistan'a saldırması Milletler Cemiyetinin etkisizliğini apaçık
ortaya koymuştu. İtalya-Habeş buhranın İngiltere ve Fransa üzerinde yarattığı
korku, iki devletin işbirliği yapamaması, Almanya'nın Ren boylarını
askerleştirmesi karşısında gerekli tepkilerin gösterilmemiş olması, Berlin-Roma
Mihverinin kurulması ve İngiltere'nin yatıştırma politikasına başlaması, Japonya'ya,
İngiltere ve Fransa'dan etkili bir tepkinin gelemeyeceğini göstermişti. Kaldı
ki şimdi Avrupa'nın başına bir de İspanya iç savaşı meselesi çıkmıştı. Çin ile
en fazla ilgilenen devlet Birleşik Amerika idi ve bu devlet Japonya'nın
karşısına dikilebilirdi. Lakin Amerika'nın İtalyan-Habeş buhranı ve İspanya iç
savaşı karşısında çıkardığı tarafsızlık kanunları ile, bu buhranlara bulaşmamak
için gösterdiği dikkat ve Amerikan kamu oyunun ne olursa olsun savaştan kaçınma
arzusu, Amerika'nın da Japonya'nın önünde önemli bir engel olamayacağını
göstermişti. Geriye bir Sovyet Rusya kalıyordu. Çin komünistleri dolayısıyla
Sovyet Rusya'nın Çin'deki ilgileri açıktı. Lakin Almanya ile Anti-Komintern
Paktı imzalamak suretiyle Japonya Sovyet Rusya'yı da baskı altına almış oldu. Bu
şartlar içinde 7-8 Temmuz 1937 gecesi Pekin-Hankow demiryolu yakınlarında Marco
Polo köprüsünde Çin ve Japon askerleri arasında bir silahlı çatışma oldu. Ölen
veya yaralanan olmadı. Fakat bu Japonya için yeter bir sebepti. Çin hükümeti
görüşme yoluyla olayı kapatmaya çalıştı. Lakin Japonya'nın görüşmelerle bir
sonucuna varmaya niyeti yoktu. 11 Temmuzda bir anlaşmaya varılmıştı. Fakat
Çin'in bu anlaşmaya uymadığını bahane ederek harekete geçti ve 26 Temmuzda
Japon kuvvetleri Pekin'i işgal ettiler. Çin'in istilası başlamıştı. Japonya
Çin'e hiçbir zaman resmen savaş ilan etmedi. İstila hareketini sadece Çin Olayı
(China incident) diye adlandırdı. Japonya'nın bu istila hareketi üzerine Çin,
Paktın 11 ve 16'ncı maddelerine dayanarak Milletler Cemiyetine başvurdu.
Milletler Cemiyeti, diğerlerinde olduğu gibi, bu saldırı karşısında da aczini
bir kere daha ortaya koydu. Japonya'ya karşı tedbir alacağı yerde, meseleyi
1922 de Washington'da Dokuz Devlet Antlaşması'nı imzalayan devletlere havale
etti. Bu anlaşma Çin'in toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti altına
almıştı. Dokuz Devlet Konferansı 1937 Kasımında Brüksel'de bir haftalık bir
toplantı yaptı. Konferansa Japonya katılmadı. İtalya ise Japonya'yı savunmak
için katıldı. İngiltere ve Amerika ise, Japonya'nın Hışmını üzerine çekmekten
korktuklarından, kestaneleri ateşten çekme işini birbirlerinin üzerine yıkmaya
çalıştılar. Fransa'nın durumu da onlardan farklı değildi. Bu sebeple,
Konferans, ancak iki taraf arasında "muhasematın" kesilmesi gibi son
derece etkisiz bir karara vardı. Esasen daha konferans toplanmadan önce
İngiltere Japonya'nın konferansa katılmasını sağlamak için, konferansta Japonya
hakkında hiçbir zorlama tedbirine karar verilmeyeceği hususunda teminat
vermişti. Brüksel Konferansı bu kararı aldıktan sonra meseleyi tekrar Milletler
Cemiyetinin omuzlarına iade etti. Fakat şimdi 1938 yılı gelmişti ve Avrupa,
Almanya'nın Avusturya'yı ilhakı ve Çekoslovakya'nın parçalanması gibi bir dizi
Alman darbeleri ile karşılaşmıştı. Büyük devletlerin başlarını Çin'e çevirecek
halleri yoktu. Böylece Japonya Cin ile baş başa kaldı. İngiltere ile Fransa
dikkatlerini Avrupa gelişmelerine çevirdiklerinden, İngiltere Çin'deki ekonomik
menfaatlerini ve Fransa da Hindiçiniyi korumak amacı ile Japonya'yı
kızdırmaktan özellikle kaçındılar. Geriye Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya
kalıyordu. Birleşik Amerika Çin-Japon silahlı çatışması karşısında Amerika'nın politikasını
iki noktaya dayandırdı: 1) Anlaşmazlığa bulaşmaktan kaçınmak ve 2) Amerikan
vatandaşlarının can, mal ve haklarını korumak. Bununla beraber, Başkan Franklin
Roosevelt Amerikan Dışişleri Bakanlığının bu görüşünden daha ileriye gitti ve 5
Ekim 1937 de verdiği bir söylevde, "İster ilan edilmiş olsun, ister ilan
edilmemiş olsun, savaş bulaşıcı bir hastalıktır. Çatışma noktasından çok uzak
bölgelere de bulaşabilir" diyerek, bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi,
saldırganlara karşı da bir karantina uygulanmasını ileri sürdü. Roosevelt'in bu
Karantina Söylevi, gerek kamu oyunda ve gerek hükümet ve Kongre'de büyük tepki
ile karşılandı. Çünkü saldırganlara karşı karantina uygulamak, Amerika'yı
saldırgan devletlerle bir çatışmaya götürebilirdi. Halbuki, diğer buhranlarda
olduğu gibi, bu buhranda da Amerikan halkı ne olursa olsun bu çatışmalara
bulaşmaktan korkuyordu. Bu sebeple Amerika Kasım ayındaki Brüksel Konferansında
gayet çekimser kaldı. Yalnız Tarafsızlık Kanunlarını Çin-Japon savaşına
uygulamadı. Bu, esasında Çin'e yardım amacı ile yapıldıysa da, Japonya da
Amerika'dan ihtiyacı olan maddeleri satın almaya devam etti. Sovyet Rusya'ya
gelince; Çin'in Japonya'nın işgali altına girmesinin kendisi bakımından
doğuracağı vahim sonuçları gördüğü için, başlangıçtan itibaren Nanking
hükümetini destekledi ve ona yardım etti. 21 Ağustos 1937 de Çin ile bir
saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bu suretle Çin; Japonya ile uğraşırken arkasından
emin olmuş oluyordu. Bu antlaşmadan bir ay sonra da, Eylül ayında,
komünistlerle milliyetçiler anlaştılar ve komünistlerin Çin Kızıl Ordusu
Nanking hükümetinin emrine girdi. Komünistlerle milliyetçilerin bu işbirliği
üzerine Sovyet Rusya Çin'e yardıma başladı. 1938 Mayısında yapılan bir anlaşma
ile Çin'e 50 milyon dolarlık bir kredi açtı. 1939 Haziranında yapılan anlaşma
ile de 150 milyon dolarlık yeni bir kredi daha açtı. Bu yardımlar Sinkiang ve
Moğolistan yoluyla yapılmaktaydı. Öte yandan Mançurya-Sibirya sınırında da
Sovyet askerleri ile Japonlar arasında çarpışmalar eksik olmadı. 1938 ve 1939
yazında olan çarpışmalar birer küçük savaş niteliğinde olmuştur. Lakin 1939
Ağustosunda Almanya ile Sovyet Rusya'nın bir saldırmazlık paktı imzalaması, Sovyet
Rusya ile Japonya arasındaki münasebetleri bir dereceye kadar yumuşatmıştır. Çin-Japon
savaşına gelince: Japonya'nın Çin'i ele geçirmesi kolay olmadı ve bu savaş İİ'
inci Dünya Savaşının sonuna kadar sürdü. Savaşın sonunda Japonya'nın yenilgisi
ile Milliyetçilerle Komünistler arasındaki mücadele tekrar canlanacak ve 1949
da komünistler Çin'de idareyi ellerine alacaklardır.
7
Almanya'nın Avusturya'yı İlhakı (Anschluss)
Avrupa
devletlerinin, Çin'e saldırması dolayısıyla Japonya'ya karşı sert bir tutum
gösterememelerinde, "Çin Olayı"nın hemen arkasından ortaya çıkan
Anshluss buhranı da önemli bir rol oynamıştır. Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı
ilhakı, Nazi Almanya'sının dış politikasında bir dönüm noktası olduğu kadar,
bunun sonucu olarak da, iki -savaş- arası devresinin de önemli bir buhranını
teşkil etmiştir. Almanya'nın 1935'den itibaren silahlanmaya başlaması ve 1936
da Ren boylarına askerini sokması, Nazizm'in Almanya'yı, Versay'ın en ağır
zincirlerinden kurtaran adımlarını teşkil etmekteydi. Artık tamirat borçları da
geçmişin malı olduğuna göre Almanya için bir Versay meselesi kalmamıştı. İşte
bu durum Hitler'i dış politikasının ikinci merhalesine geçmeye sevk etmiştir:
Almanya dışındaki bütün Almanların bir tek devletin sınırları içine alınması
(ein Volk, ein Reich). Tabiatıyla bu politikanın gerçekleştirilmesi ve
özellikle Almanlardan meydana gelen Avusturya'nın Almanya'ya katılması, aynı
zamanda, Versay'ın son bir halkasının da koparılması olacaktı. Versay ve St.
Germain antlaşmaları, Almanya ile Avusturya'nın birleşmelerini de yasaklamıştı.
Hitler Avusturya'yı ilhaka karar verirken, İspanya iç savaşı ile Japonya'nın
Uzakdoğu'da Çin'e saldırmasının yarattığı atmosferden faydalanmış
görünmektedir. 5 Kasım 1937 günü Başbakanlıkta sivil ve askeri liderlerle
yaptığı bir toplantıda şöyle diyordu: "Almanya bakımından Franco'nun yüzde
yüz bir zaferi şayanı arzu değildir. Savaşın sürüp gitmesinde ve Akdeniz'de
gerginliklerin devamında bizim çok büyük menfaatimiz vardır". Hitler'e
göre, İspanya'da milliyetçilerin kazanması İtalya'nın Balear adalarına
yerleşmesi demek olacaktı ki, ne İngiltere ve ne de Fransa buna tahammül edemeyeceklerinden
İtalya'ya savaş açacaklardı. Halbuki, Almanya'nın Avusturya ve Çekoslovakya'ya
taarruz etmesi işi, böyle bir savaş çıkmadan yapılmalıydı. Yine aynı toplantıda
Hitler, Japonya'nın Uzakdoğu'daki hareketi ile İngiltere'nin Uzakdoğu'daki
durumunun çok zayıfladığını, Habeşistan dolayısıyla İtalya ile İngiltere'nin
Akdeniz bölgesinde bir çatışma içine girdiğini de özellikle belirtmekteydi. Bununla
beraber, Hitler, İngiltere ile Fransa'dan çekinmemekle beraber, Avusturya'nın
ilhakı meselesinde İtalya'dan çekiniyordu. Çünkü 1922'den beri Avusturya, dış
politikasında İtalya'ya dayanmış ve 1934 de Nazi'ler Viyana'da bir hükümet
darbesine teşebbüs ettikleri zaman, Almanya'nın bir müdahale ihtimaline karşı
İtalya Brenner sınırlarına büyük bir askeri kuvvet yığmıştı. Her ne kadar
1936'dan beri Berlin-Roma mihveri işlemekte idiyse de, Hitler yine
Mussolini'den çekiniyordu. Fakat İtalya'nın 6 Kasım 1937 de Anti-Komintern
Pakt'a katılması, bu endişeleri epey hafifletti. İş bu kadarla da kalmadı, bu
katılma işi Roma'da yapılırken, Mussolini, Büyükelçi Ribbentrop'a, İtalya'nın
artık tam manasıyla bir Akdeniz memleketi olması hasebile, bundan böyle
Avusturya ile meşgul olamayacağını, "eğer Avusturyalılar bir Anschluss'u
arzu ederlerse" İtalya'nın buna ses çıkarmayacağını söyledi. Şüphesiz
İtalya'nın bu durumu Almanya'nın cesaretini arttırdı. Bununla beraber Hitler, Avusturya'yı
ilhak için birdenbire kuvvete başvurmayıp, bunu içerden Avusturya Nazileri vasıtasıyla
gerçekleştirmek istedi. 1937 yılında Avusturya Nazileri faaliyetlerini yine
arttırmışlardı. Bunlar devamlı olarak Berlin'den talimat almaktaydılar.
Avusturya Nazileri, 1934 de yaptıkları gibi, yine bir hükümet darbesine
hazırlandıkları bir sırada, 25 Ocak 1938 günü Avusturya polisinin baskınına
uğradılar. Ele geçirilen belgelerde, Almanya'dan verilen talimatlar ele
geçirildi ve Nazilerin 1938 ilkbaharında bir hükümet darbesine hazırlandıkları
görüldü. Nazilerin bu hükümet darbesi teşebbüsü sonuçsuz kalınca, Hitler yine
kuvvete başvurmadan önce, ilhakı Avusturya üzerinde baskı yoluyla
gerçekleştirme yoluna gitti ve Avusturya Başbakanı Schuschnigg'i Avusturya sınırları
yakında Berchtesgaden'daki şatosuna davet etti. Davetin sebebi, iki devlet
arasındaki "anlaşmazlık ve soğukluk noktalarının müzakeresi idi.
Hitler-Schuschnigg buluşması 12 Şubat 1938 de gayet sert bir hava içinde geçti.
Daha doğrusu sadece Hitler konuştu. Hatta konuşmadı da, devamlı olarak bağırdı.
Avusturya'nın Almanya'ya karşı düşmanca politikasından şikayet ederek
Avusturya'nın Almanya'dan ayrılamayacağını belirterek şöyle dedi: "Size
bir kere daha söylüyorum ki, işler bu şekilde devam edemez. Benim tarihi bir
misyonum var ve ben bu misyonu gerçekleştireceğim. Çünkü Tanrı bu misyonu
yerine getirme görevini bana verdi. Benimle beraber olmayan ezilecektir".
Hiçbir devletin Avusturya'nın yardımına gelmeyeceğini de hatırlatan Hitler,
"İtalya mı? Mussolini'nin gözlerinin içini görüyorum... İngiltere mi?
İngiltere Avusturya için bir tek parmağını bile kımıldatmayacaktır..."
dedikten sonra, sözü Fransa'ya getirmiş ve Fransa Almanya'yı Ren boylarında
durdurmaya kalkmış olsaydı, Almanya'nın gerileyeceğini, lakin artık Fransa için
de vaktin çok geçmiş olduğunu söyledi. Bundan sonra Avusturya Başbakanına 7
maddelik bir ültimatom verildi. Buna göre Avusturya'da Nazi Partisinin
faaliyetine izin verilecek; hapsedilmiş olan Naziler serbest bırakılacak,
Avusturya Nazilerinden Dr. Seyss-Inquart İçişleri Bakanlığına ve diğer iki Nazi
de Harbiye ve Maliye Bakanlığına getirilecek, Avusturya ordusu ve ekonomisi ile
Alman ordusu ve ekonomisi entegre edilecekti. Schuschnigg'den bu istekleri 4
gün içinde yerine getireceğine dair imza alındı. Gerçekten Schuschnigg
Viyana'ya döner dönmez bu istekleri yerine getirmeye başladı. Seyss-Inquart'ı
İçişleri Bakanlığına getirdi ki, polis ve güvenlik kuvvetleri bu şekilde
Nazilerin emrine girmiş oluyordu. Hitler Avusturya'nın ilhakı yolunda büyük bir
adım atmıştı. Avusturya artık olmuş bir meyve gibi Almanya'nın eline
düşebilirdi. Hitler 20 Şubat 1938 de verdiği bir söylevde, Almanya'ya komşu iki
memlekette 10 milyondan fazla Almanın yaşadığını ve hürriyetlerine sahip
olmayan bu Almanları koruma görevinin Almanya'ya ait olduğunu bildiriyordu.
Avusturya'nın 7 milyon nüfusa sahip olduğu ve Çekoslovakya'daki Südet
Almanlarının da 3 milyon kadar bulunduğu göz önüne alınınca, Avusturya'dan
sonra sıranın Çekoslovakya'ya geleceği anlaşılıyordu. Fakat Avusturya
başbakanının bir hareketi Hitler'in ümitleri için büyük bir engel ortaya
çıkardı ve dolayısıyla Anschluss metodunu da değiştirmek zorunda bıraktı. Schuschnigg
9 Martta, Avusturya halkının bağımsızlığını korumak isteyip istemediği hakkında
13 Martta bir plebisit yapılacağını ilan etti. Schuschnigg'in plebisit kararı
Hitler'i son derece sinirlendirdi. Avusturya'yı askerle işgale karar verip, 11
Martta Avusturya'ya verilen bir ültimatomda Schuschnigg'in başkanlıktan çekilip
yerine Seyss-İnquart'ın getirilmesi istendi. Schuschnigg buna da boyun eğdi ve
cumhurbaşkanı Miklas, 11 Mart akşamı Seyss-Inquart'ı başbakanlığa getirmek
zorunda kaldı. Aynı anda Alman orduları Avusturya sınırlarından girerek
memleketi işgale başladılar. 12 Mart günü Alman zırhlı kuvvetleri Viyana'ya
giriyordu. Avusturya işgal edilmişti. Avusturya'nın Almanya'ya ilhakı üzerine,
bu memleket 3'üncü Reich'ın bir eyaleti (Land) olarak ilan edildi ve bu eyalete
Ostmark adı verildi. Anschluss karşısında Batılı devletlerin tepkisi çak zayıf
oldu. Alman orduları Avusturya'yı işgale başladıkları gün Fransa hükümetsizdi.
Siyasal istikrarsızlık ve hükümet buhranları Fransa'yı felce sürüklemişti. İngiltere'de
Başbakan Chamberlain yatıştırma politikasına sımsıkı sarılmıştı. Daha 12
Şubatta Berchtesgaden'da Hitler Schuschnigg'e ültimatom verdiği zaman
Chamberlain, hiçbir tepki göstermemiş ve bundan hayret edilecek bir şey
olmadığını, iki devlet adamının aralarındaki münasebetleri geliştirmek için
bazı tedbirler aldığını söylemekle yetinmişti. 20 Martta da, bir özel
mektubunda, Almanya Çekoslovakya'yı da işgal etmek isterse, ne Fransa'nın ve ne
de İngiltere'nin bir şey yapamayacağını, bunu anlamak için haritaya bakmanın
yeterli olacağını, bu sebeple İngiltere'nin Çekoslovakya'ya herhangi bir
garanti veremeyeceğini yazıyordu. Anchluss Amerika üzerinde bir tepki meydana
getirmedi. Dışişleri Bakanı Cordell Hull, 17 Martta verdiği bir söylevde,
milletlerarası hukuk düzenine saygının zorunluluğundan söz ettiyse de,
Amerika'nın dünya üzerinde polis görevi yapmaya niyetli olmadığını da
belirtmekten geri kalmadı. Öte yandan Amerika, Avusturya'nın kendisine olan
borçlarını şimdi Almanya'nın ödemesi gerektiğini bildirdiyse de, Hitler bunu
tereddütsüz reddetti. Almanya'nın Avusturya'dan sonra Çekoslovakyaya dönmesi
ihtimali Sovyet Rusya'yı endişelendirdi. Bunun için, İngiltere ve Fransa'ya
başvurup, 1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Milletler Cemiyeti çerçevesi
içinde işletilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını teklif etti. Hatta
İngiltere'de bazı çevreler bir Fransız-İngiliz-Sovyet ittifakının kurulmasını
ileri sürdülerse de, ne Fransız ve nede İngiliz hükümetleri bu fikirlere olumlu
bir tepki gösterdi. İngiltere ile Fransa'nın bu tutumları Sovyet Rusya için
ümit kırıcı olduğundan, 1938 yazından itibaren Sovyet Rusya Almanya ile
yakınlaşma imkanlarını aramaya başladı. Anschluss karşısında İtalya'nın hiçbir
harekette bulunmaması Hitler'i adeta minnettar bıraktı. Mussolini 16 Martta
Faşist Meclisinde verdiği söylevde, İtalya'nın Avusturya'nın bağımsızlığı ile
ilgilendiğini, lakin son olayların Avusturya halkının Anschluss'u istediğini
gösterdiğini, bu durumda da İtalya'nın bir şey yapamayacağını söylüyordu.
8 Çekoslovakya'nın Parçalanması
Hitler
20 Şubat 1938 söylevinde, Avusturya'nın yanı sıra Çekoslovakya'ya değinerek, bu
memleketteki Alman azınlığı ile de ilgileneceğini anlatmıştı. Bununla beraber,
Alman ordularının Viyana'ya girdiği gün, Mareşal Goering Çekoslovak elçisine,
Avusturya'nın işgalinden ötürü Çekoslovakya'nın endişe etmesine lüzum
olmadığını, Hitler'in Çekoslovakya ile münasebetlerini geliştirmek istediğini,
Avusturya meselesinin "bir aile meselesinden başka hiçbir şey"
olmadığını söylemiş ve bu konuda şeref sözü vermişti. Fakat Anschluss,
Çekoslovakya'nın Südet Almanlarını da harekete geçirmekten geri kalmadı ve
Nisan ayından itibaren gelişen Çekoslovakya buhranı bu memleketin parçalanması
sonucunu verdi. Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon kadar Alman
vardı ve bunlar daha ilk günden itibaren Prag hükümeti ile çatışma içine
girmişlerdi. Almanya'da Nazizm'in gelişmesi ile birlikte Südet Almanları da
teşkilatlanmaya başladılar ve bunlar Konrod Henlein'in liderliğinde "Vatan
Cephesi"ni (Heimatfront) kurdular. Bu parti 1935 yılında Südet Almanları
Partisi adını aldı ve o yılki seçimlerde 44 milletvekilliği kazandılar.
Avusturya'nın Almanya'ya ilhakından sonra bu parti, Almanya'daki Nazi Partisi
gibi teşkilatlanarak bir takım milis ve tedhiş teşkilatları kurdu. Bunun
arkasından da, Konrad Henlein, 23 Nisan 1938 de Karlsbad'da verdiği bir
söylevde, Südet Almanları için, Karlsbad Programı adını alan ve sekiz noktada
toplanan istekleri ileri sürdü. Buna göre, Südetler bölgesine otonomi verilecek,
Südet Almanları istedikleri siyasal doktrini seçecek ve Çekoslovakya Sovyetler
Birliği ile bağlarını gevşetecekti. Bu sonuncu nokta ile anlatılmak istenen,
Çekoslovakya'nın Sovyet Rusya ile ittifaktan uzaklaşması ve Almanya'ya
yaklaşmasıydı. Karlsbad Programı Almanya'da bütün Nazi basını tarafından
hararetle desteklendi ve Alman basını Çekoslovakya aleyhine geniş bir kampanya
açtı. Mayıs ayında Alman-Çekoslovakya münasebetleri bir buhran içine girdi.
Almanya Çekoslovak sınırlarına asker yığmaya başlayınca, Prag hükümeti 21
Mayısta kısmi seferberlik ilan etti. Bu durum ise Hitler'i büsbütün
sinirlendirdi. 28 Mayısta Çekoslovakya'yı istilaya karar verdi. 2 Ekim'de
Çekoslovakya işgal edilecekti. Almanya'nın Çekoslovak sınırlarına asker
yığması, Südet Almanlarının cesaretini daha çok artırdı ve azınlıklar hakkında
yeni bir kanun hazırlamakta olan Prag hükümetine 14 maddelik bir program
vererek isteklerini daha da arttırdılar. Südet buhranının bu gelişmesi
İngiltere ile Fransa'yı harekete geçirdi. Fransa'nın Çekoslovakya ile 1924
tarihli bir ittifakı vardı. Fransa bu ittifakın gereğini yerine getireceğini
ilan etmekle beraber, İngiltere'den ayrılamıyordu. Öte yandan, Fransa'nın iç
durumu karışıktı. Anschluss günü iktidara gelen Blum kabinesi ancak dört hafta
dayanabilmiş ve yerini Edouard Daladier kabinesine terk etmişti. Yeni kabinenin
Dışişleri Bakanı Georges Bonnet İngiliz Başbakanı Chamberlain gibi yatıştırma
taraftarı idi. Buna rağmen Daladier Kabinesi Almanya'ya karşı kararlı davranmak
istedi. Fakat İngiltere ihtiyatlı davranmak isteyince, Almanya'ya karşı etkili
bir İngiliz-Fransız işbirliğini mümkün kılmak için, Fransa İngiltere'yi izledi.
Sovyet Rusya da 1935 de Çekoslovakya ile bir ittifak yapmıştı. Fakat bu
ittifakın işlemesi Fransa'nın da yardımına gelmesine bağlıydı. Buna rağmen
Sovyet hükümeti ittifaktaki taahhütlerini yerine getirmeye hazır olduğunu ilan
etti. Esasen Hitler de Çekoslovakya'yı işgale karar verirken Fransa ve
İngiltere'nin Çekoslovakya'nın yardımına gitmeyeceklerini, Sovyet Rusya'nın ise
Çekoslovakya'yı destekleyeceğini düşünmüştü. Bu düşünce doğru çıktı. Sovyet
Rusya'nın Çekoslovakya'yı desteklemek istemesine rağmen, İngiltere ve Fransa
buna yanaşmadılar. Bir defa, Sovyetlerin Çekoslovakya'nın yardımına gidebilmesi
için Polonya ve Romanya'nın geçit vermesi gerekiyordu, iki devlet bu geçidi
vermediler. İkinci olarak, 1937 yılında Stalin siyasal rakiplerini tasfiye için
büyük bir temizlik hareketine girişmiş ve binlerce yüksek rütbeli subay ordudan
tasfiye edilmişti. İngiltere ve Fransa, Sovyet Rusya'nın askeri durumunun
yeteri kadar yardıma imkan vermeyeceğini düşünüyorlardı. Kaldı ki İngiltere'ye
göre, Sovyetler yardıma gelse bile, Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgaline engel
olunamadı ve üstelik Çekoslovakya'nın yardımına gitme yüzünden, sonucu belli
olmayan genel bir savaş da çıkabilirdi. Üç devlet bu şekilde bir cephe birliği
kuramadı ve İngiltere işi barışçı yolla çözümlemeye çalıştı. Prag hükümeti ile
Südet Almanlarının arasını uzlaştırmak için Ağustos başında Lord Runciman'ı
Prag'a yolladı. Runciman aracılık için uğraşırken, buhran yeniden şiddetlendi.
Almanya Çekoslovakya'ya karşı bir sinir savaşı açtı. 1 milyon Alman silah
altına çağrıldı ve Almanya Ren bölgesinde istihkamlar yapımını hızlandırdı. 12
Eylülde Hitler verdiği bir söylevde, Südet Almanlarına hürriyetleri verilmezse,
bunu kendi eliyle vereceğini ilan etti. Bu söylev üzerine, Südet Almanları ile
polis kuvvetleri arasında çarpışmalar başladı. Her iki taraftan da can
kayıpları oldu. Şiddetlenen buhranı ortadan kaldırmak için İngiltere Başbakanı
Chamberlain 15 Eylülde Berchtesgaden'da Hitler'le görüştü. Hitler, Çekoslovak
meselesini çözümlemek için bir dünya savaşını bile göze aldığını bildirince, Chamberlain,
Südetlerin Almanya'ya ilhakı için Fransa ve Çekoslovakya'yı ikna edeceğine söz
verdi. Gerçekten Çekoslovakya boyun eğdi. Fakat bu sefer Polonya Teschen
bölgesini ve Macaristan da Slovakya'dan toprak istediler. Hitler bu iki
devletin isteklerini de benimsedi. Kendisini ziyarete gelen Macar Başbakan ve
Dışişleri Bakanına, Çekoslovakya'yı parçalamak için son fırsatın ortaya
çıktığını, Macaristan'ın tereddüdü bırakması gerektiğini söylüyordu. Almanya'nın
Macaristan ve Polonya'nın da isteklerini desteklemesi, Eylül ayı sonunda
buhranı daha genel bir şekle soktu. Çekoslovakya genel seferberlik ilan etti.
Fransa ile İngiltere arasında askeri görüşmeler başladı. Mussolini verdiği
söylevlerle Hitler'in destekliyordu. Polonya Teschen bölgesini işgale hazırlanıyordu.
Nihayet Hitler 23 Eylüldeki söylevinde, 1 Ekime kadar Südet bölgesinin Almanya'ya
teslimini isteyince, genel bir savaş bir an meselesi gibi göründü. İngiltere
donanmanın seferberliğine karar verdi. Fakat İngiltere ve Fransa daha ileriye
gitmeye niyetli değillerdi. Mussolini'ye başvurarak Almanya nezdinde nüfuzunu
kullanmasını istediler. Bunun üzerine Mussolini'nin teşebbüsü ile Çekoslovak
meselesinin bir konferansta görüşülmesine karar verildi. Konferans, Hitler,
Mussolini, Daladier ve Chamberlain'in katılması ile 29 Eylül 1938 de Münih'de
toplandı. Münih Konferansı, 30 Eylül sabahının ilk saatlerinde kararını verdi:
Südetler dört merhalede Almanya'ya teslim edilecekti. Buna karşılık İngiltere
ve Fransa Çekoslovakya'nın sınırlarını garanti ettiler. Münih Konferansının
arkasından 2 Ekim'de Polonya Teschen bölgesini işgal etti. Almanya ve
İtalya'nın aracılığı ile 2 Kasım 1938 de Macaristan ile Çekoslovakya arasında
yapılan bir anlaşma ile de, Çekoslovakya, Slovakya'dan sınır boyunca bir toprak
şeridini Macaristan'a terk etti. Barış antlaşmalarının eseri olan Çekoslovakya
bu şekilde parçalanmıştı. Bu küçük devletin kurucularından Cumhurbaşkanı Dr.
Beneş, üzüntüsünden memleketini terk etmek zorunda kaldı. Çekoslovakya
buhranının en önemli sonuçlarından biri de, Sovyetlerin Batılılara karşı
güvensizliğinin artması olmuştur. Çekoslovakya'nın kaderi tayin edilirken, bu
devletle ittifakı olan Sovyet Rusya'nın Münih Konferansına davet edilmemesi ve
Sovyet Rusya'ya hiç danışılmaması Sovyetleri kızdırmıştır. Sovyetler,
Batılıların ve özellikle İngiltere'nin Almanya'yı Sovyet Rusya'ya karşı oynamak
istediği kanısına varmışlardır. İngiltere'ye duyulan bu kızgınlık dolayısıyladır
ki, Pravda gazetesi 21 Eylülde yayınladığı uzun bir başyazıda, "Alman ve
İngiliz soyguncuları" arasında hiçbir fark bulunmadığını, İngiltere ve
Fransa'nın ateşle oynadıklarını yazmıştır. Bu durum Sovyet Rusya'nın Almanya
ile anlaşmaya varma eğilimini daha da kuvvetlendirmiştir.
9
Savaş Yılı: 1939
Çekoslovak
buhranında Batılıların göstermiş oldukları pasif davranış, Berlin-Roma
Mihverinin yayılma ve genişleme emellerini daha fazla kamçılamış ve Almanya ile
İtalya'nın peş peşe çıkardıkları buhranlarla Avrupa 1939 Eylülünde nihayet
savaşa varmıştır. Bu kısımda İİ' inci Dünya Savaşına varan gelişmeleri
belirtmeye çalışacağız.
A) Çekoslovakya'nın Sonu
Çekoslovakya'nın
Südetleri kaybetmesi, dış politikası üzerinde de etki yapmıştı. Dr. Beneş'in
istifasından sonra Cumhurbaşkanlığına Dr. Emil Hacha gelmiş ve Dışişleri
Bakanlığına da Dr. Frantisek Chvalkovsky getirilmişti. Yeni Çekoslovak hükümeti
Almanya'ya güven vermek ve Alman saldırısından kendisini korumak için, Almanya'ya
yaklaşma ve onunla yumuşak münasebetler kurma yoluna gitti. Fakat bu politika Çekoslovakya'yı
yok olmaktan kurtaramadı. Münih Konferansında İngiltere ve Fransa
Çekoslovakya'nın sınırlarını garanti etmişlerdi. Dışişleri Bakanı Chvalkovsky,
Almanya ile yaklaşma politikasına da dayanarak, 14 Ekim 1938 günü Münih'de
Hitler'le görüştüğü zaman, İngiltere ve Fransa gibi Almanya'nın da Çekoslovakya
sınırları için garanti verip vermeyeceğini sormuş ve Hitler'den şu cevabı
almıştı: "İngiltere ve Fransa'nın garantilerinin değeri yoktur... yegane
etkili garanti Almanya'nınkidir". Bu sözler Münih Konferansından iki hafta
sonra, Hitler'in kafasındaki düşüncenin ifadesiydi. Hitler, bu garantiyi vermek
şöyle dursun, daha o zaman Çekoslovakya'yı ortadan kaldırmaya karar vermişti.
Nitekim 21 Ekim'de Alman ordularına verdiği gizli talimatta Çekoslovakya'nın
işgali için hazır olunması emrini vermiş ve bu işgal karşısında herhangi bir
milletlerarası tepki beklemediğini de belirtmişti. Almanya'nın Südetleri
sınırları içine katmasıyla birlikte, Çekoslovakya'daki azınlıklar da muhtariyet
için harekete geçmişler ve bu durum karşısında Prag hükümeti de 19 Kasım 1938
de kabul ettiği bir kanunla Çekoslovakya için federal bir sistem kabul etmek
zorunda kalmıştı. Bu federal sistem içinde Slovakya ve Rutenya muhtariyetlerini
kazanmışlardı. Slovak muhtariyet hareketinin öncülüğünü, Nazi eğilimli Slovak
Halk Partisi yapmıştı. Slovakya muhtariyetini kazanır kazanmaz, Slovak
hükümetinin başkanı ve Slovak Halk Partisinin lideri Dr. Tiso hemen Hitler ile
temas kurdu. Öte yandan Almanya, Bohemya ve Moravya'da bulunan 350.000 kadar
Almanı da Almanya ile birleşmek için kışkırtmaya başlamıştı. Slovak
liderlerinin, Berlin'in talimatına uyarak tam bağımsızlık için çaba
harcamaları, Çekoslovakya'nın sonunu getiren buhranın başlangıcını teşkil etti.
9 Mart 1939 da Slovak hükümeti bağımsızlık isteyince, Cumhurbaşkanı Hacha ertesi
günü Dr. Tiso'yu başbakanlıktan uzaklaştırdı. Slovakya'da sıkıyönetim ilan
edildi. Bunun üzerine Dr. Tiso 13 Martta Berlin'de Hitler'le görüştükten sonra,
14 Martta Slovakya'nın bağımsızlığını ilan etti. Aynı gün Hitler Çekoslovak
Cumhurbaşkanı Hacha'yı Berlin'e davet etti ve Hacha'ya, baskı altında,
Çekoslovakya'nın Almanya'nın himayesi altına bırakıldığını belirten bir belgeyi
15 Mart sabahının ilk saatlerinde imza ettirmeye muvaffak oldu. Bu sırada Alman
orduları da Çekoslovak sınırlarından içeri esasen girmiş bulunuyorlardı. 15
Mart 1939 günü öğleyin Alman kıtaları Prag'ı işgal ettiler. Çekoslovakya
haritadan silinmişti. 15 Mart günü Macar kıtaları da Rutenya'ya girerek 16
Martta Rutenya'yı Macaristan'a ilhak ettiler. Çekoslovakya'nın Alman egemenliği
altına düşmesi, Hitler'in politikasının üçüncü safhasını teşkil etmekteydi.
Südetler'in alınması ile "bir Millet, bir Devlet" politikasının son
adımlarından biri atılmıştı. Halbuki Çekoslovakya'nın Alman egemenliğine
girmesiyle, Alman olmayan unsurlar da Almanya'nın sınırları içine katılmış
oluyordu. Bu ise Hitler politikasının "Hayat Sahası" (Lebensraum)
politikasını açıyordu, Hitler 15 Mart günü Alman milletine yayınladığı demeçte,
Çekoslovakya'nın işgalini "Hayat Sahası" ve "Yeni Düzen"
sebepleri ile açıklamaktaydı. Almanya'nın bu yeni politikası şimdi korkutucu
bir nitelik kazanıyordu. Çünkü, Almanlarla meskun bütün toprakları Almanya'nın
sınırları içine katma politikasının bir sınırı vardı. O da Almanya dışında
yaşayan Alman halkları idi. Fakat Hayat Sahası ve Yeni Nizam deyimlerinin ise
sınırlayıcı bir niteliği yoktu. Bu, Almanya'nın kendi takdirine kalmış bir
şeydi. Bu sebeple, Almanya'nın Hayat Sahası ve Yeni Nizam sloganları, bundan
sonra Batılıların Almanya'ya karşı tutumlarını sertleştirecek ve politikalarını
değiştirecektir.
B) Almanya'nın Memel'i Alması
Hitler,
21 Ekim 1938 de Çekoslovakya'nın işgali için Alman ordularına verdiği
talimatta, aynı zamanda Memel'in de Alman sınırları içine katılacağını
söylemişti. Şimdi Çekoslovakya meselesi çözümlenince Memel meselesi de ele
alındı. 21 Mart günü Litvanya devlet adamları Berlin'e davet edildiler. 22 Mart
günü Berlin'de yapılan görüşmeler sonunda, 23 Mart sabahının erken saatlerinde
Litvanyalılar Memel'i Almanya'ya terk eden anlaşmayı imzalamak zorunda
kaldılar. Esasen kendilerine, dışarıdan yardım umarak kendilerini aldatmamaları
söylenmişti. Çekoslovakya'nın işgali karşısında Batılıların bir şey yapmadığını
gören Litvanya da kendisini aldatmadı ve Almanya karşısında boyun eğdi. 23 Mart
günü Hitler bizzat Memel'e girdi. Yeni bir Alman toprağı daha Alman sınırları
içine katılmış ve Versay'dan bir sayfa daha yırtılmıştı.
C) Almanya-Romanya Ticaret Anlaşması
Çekoslovakya'nın
işgali ile Almanya bu memleketteki Skoda silah fabrikalarını ve Çekoslovak endüstrisini
eline geçirmiş olmaktaydı. Bu, Almanya'nın Hayat Sahası politikasını da bir
bakıma açıklamaktaydı. Yine aynı politika çerçevesi içinde Almanya Romanya'yı
da nüfuzu altına aldı. 1938 Şubatından beri Romanya Kralı monarşik
diktatörlüğünü kurmuş ve Nazi eğilimli bir politika izlemekteydi. Hitler bu
fırsatı kaçırmadı ve 23 Mart 1939 da Almanya ile Romanya arasında bir ticaret
anlaşması imzalandı. Buna göre, Almanya'nın Romanya'ya endüstri teçhizatı ve
kara, deniz ve hava silahları vermesine karşılık, Romanya'nın ormanları,
petrolleri, pirit, krom, manganez ve alimünyum madenleri ortak Alman-Romen
şirketleri tarafından işletilecekti. Revizyonist Macaristan'ın Almanya ile
işbirliği yaparak Rutenya'yı Çekoslovakya'dan alması, şüphesiz Romanya'yı
korkutmuştu. Macaristan Almanya'ya dayanarak Transilvanya ve Bukovina'yı da ele
geçirebilirdi. Şimdi Romanya da Almanya'ya yaklaşmak suretiyle bu tehlikeye
karşı kendisini korumuş oluyordu. Almanya'nın, Çekoslovak endüstrisini ele
geçirdikten sonra şimdi Romanya'nın petrol, maden ve orman kaynaklarına el
atması ve Romanya'nın Almanya'nın ekonomik nüfuzu altına düşmesi en fazla
Sovyetleri korkutmuş görünmektedir. 23 Mart günü Pravda, İngiltere ve Fransa kolektif
güvenliğe daha fazla sadakat göstermediği takdirde Sovyetlerin demokrasiler
hakkında duyduğu şüphenin daha vahim bir hal alacağını yazıyordu.
Ç) Batılıların Tepkisi: Polonya'ya Garanti
Almanya'nın
Çekoslovakya'yı ortadan kaldırması ve Romanya'yı da ekonomik nüfuzu altına
almak için çaba harcaması, genel olarak Batılıları ve özellikle İngiltere'yi
yatıştırma politikasından ayıran bir dönüm noktası teşkil etti. Almanya doğuya
doğru (Drang nach Osten) bir genişleme faaliyeti gösteriyordu ve bu da Orta
Avrupa'da Almanya'yı gittikçe üstün durumda geçirecek nitelikte bir gelişmeydi.
Bu gelişmenin en belirli işaretlerinden sonuncusu, şimdi Almanya'nın Polonya
ile de uğraşması ve Dantzing'i de Alman sınırları içine katmak için Polonya
üzerinde baskıya geçmesiydi. Esasına bakılırsa Dantzig meselesini biraz da
Polonya'nın kendisi kışkırtmış ve kamçılamıştır. Polonya'nın Berlin Büyükelçisi
Lipski, 24 Ekim 1938 günü Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile yaptığı bir
görüşmede, Karpatlar Ukrayna'sı (Rutenya) halkının % 80'inin cahil olması dolayısıyla
komünizm için bir kışkırtma yuvası teşkil ettiğini, bu bölgenin Çekoslovakya
ile Polonya arasında bir takım olaylara sebep olduğunu ve bundan dolayı
Polonya'nın, halkının Macar ve Ruten olması dolayısıyla, buranın Macaristan'a
ilhak edilerek Macaristan ile ortak sınırlara sahip olmayı arzu ettiğini
bildirdi. Macaristan ile Polonya ortak sınıra sahip olursa Sovyet Rusya'nın
Çekoslovakya ile hiçbir bağlantısı kalmayacaktı. Ribbentrop verdiği cevapta, bu
teklifin Almanya için yeni bir şey olduğunu, bu meseleyi ele alacağını, lakin
Almanya için önemli olanın, kendisiyle Polonya arasındaki sürtüşme noktalarının
ortadan kaldırılması olduğunu, bunun için de Dantzig serbest şehrinin Alya'nın
sınırları içine katılması ve Polonya'nın, Almanya ile Doğu Prusya arasında bir
karayolu yapılması hususunda geçit vermesi gerektiğini söyledi. Ribbentrop'a
göre, Polonya bu istekleri kabul ederse, iki devlet arasındaki 1934 anlaşması
25 yıl için yenilenecek ve Anti-Komintern Pakt çerçevesi içinde Sovyet Rusyaya
karşı mücadele edeceklerdi. Polonya 25 Ekim 1938 de verdiği cevapta, Dantzig'in
Almanya'ya katılmasına razı olamayacağını, yalnız Dantzig'in bağımsızlığının
Milletler Cemiyetinin garantisi altından çıkarılıp, ortak Alman-Polonya
garantisi altına konulabileceğini bildirdi. Almanya'nın istediği cevap bu
değildi. Bununla beraber, bu konudaki görüşmeler 1939 Şubatının başına kadar
sürdü. Fakat Almanya, Dantzig meselesinde Polonya'nın boyun eğmeyeceğini daha
Kasım ayında anlamış olmalı ki, Alman ordularına, 19 Kasım 1939 günü Dantzig'i
işgal için gerekli planların hazırlanması emri verildi. Dantzig konusundaki
görüşmeler devam ederken, bir yandan Alman basını da Dantzig konusunda Polonya
aleyhine bir kampanya açtı. Durum bu şekilde iken Almanya'nın Çekoslovakya'yı
haritadan silmesi, Batılıları uyandırdı. Çünkü, Hitler, Münih'de, İngiltere ve
Fransaya, Südetlerin Almanya'nın son toprak isteği olduğunu söylemişti.
Südetler Almanlarla meskun olduğu için Batılılar da Südetlerin Almanya'ya
geçmesini kabul etmişlerdi. Halbuki Çekoslovakya'nın geri kalan kısmının
Almanlarla ilgisi yoktu. Şu halde Almanya, doğrudan doğruya topraklarını
genişletme peşinde koşuyordu. Üstelik Hitler şimdi bir Hayat Sahası ve Yeni
Düzen'den söz ediyordu. Artık bu gidişi durdurmak gerekiyordu. Bu sebeple,
İngiltere Başbakanı Chamberlain, 17 Mart 1939 da Birmingham'da verdiği bir
söylevde, "Bu eski bir maceranın sonu mudur, yoksa yeni bir maceranın
başlangıcı mıdır?" diye sorduktan sonra, İngiltere'nin barış için her şeyi
feda edebileceğini, lakin yüzyıllar boyu sahip bulunduğu hürriyetten vazgeçemeyeceğini
söyledi. Arkasından, 21 Martta Polonya, Fransa ve Sovyet Rusya'ya, herhangi bir
Avrupa devletinin bağımsızlığına yönelen bir tehdit halinde, buna karşı koymak
için alınacak tedbirler hakkında birbirlerine danışmayı öngören bir Dörtlü
Deklarasyon teklif etti. Bu teklife karşılık Sovyet Rusya verdiği cevapta
İngiltere, Fransa, Polonya, Romanya ve Türkiye ile kendisinin de katılmasıyla
Bükreş'de bir konferans toplanmasını teklif etti. İngiltere bu teklifi pratik
bulmadı. Çünkü kritik durum için hemen etkili bir tedbir almak gerekiyordu.
Halbuki esasında Chamberlain, Sovyet Rusya'nın askeri gücüne güvenemediği gibi,
bu devletin niyetlerinden de şüphe ediyordu. Üstelik Romanya, Polonya ve
Finlandiya gibi küçük devletlerin de Sovyetlere güveni yoktu. Bu sebeple Sovyet
teklifi kabul edilmedi. Fakat Sovyetlerle bir anlaşmaya varılamadığı gibi,
Polonya da İngiltere'yi sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa
31 Mart 1938 de Polonya'ya garanti verdiler. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit
edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleri ile Polonya'ya
yardım edeceklerdi. 6 Nisan'da da Polonya İngiltere'ye garanti verdi. Batılıların
bu şekilde yatıştırma politikasından ayrılarak Almanya'ya karşı koymaya karar
vermeleri, 31 Marttan itibaren iki taraf arasında İİ' inci Dünya Savaşına varan
gerginliği ve buhranları şiddetlendirmiştir. Çünkü Batılıların garantisi
karşısında Almanya gerilemedi, aksine, 11 Nisan günü Alman ordularına verilen
talimatta, 1 Eylül 1939 günü Polonya'yı ezmek için harekete geçileceği
bildirildi. Yine bu talimatta, İngiltere ve Fransa'nın harekete geçmeyeceği,
Sovyet müdahalesinin ise Polonya'yı kurtaramayacağı söylenmekteydi. Almanya bu
kararı verirken, İtalya'nın da 7 Nisan'dan itibaren Arnavutluğu işgale
başlamasını da göz önüne almıştı. Berlin-Roma Mihveri kendisini Avrupa'ya
empoze ediyordu.
D) İtalya'nın Arnavutluğu İşgali
İtalya'nın
Arnavutluğu işgali, garip bir nokta olmak üzere, Berlin-Roma münasebetleri ile
yakından ilgilidir. İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Ciano 1938'den itibaren
Arnavutluğun İtalya'ya katılması için Mussolini nezdinde ısrarda bulunmuşsa da,
Mussolini bu işe hemen karar verememişti. Lakin Almanya'nın Çekoslovakya'yı
işgali Mussolini'nin de durumunu değiştirmiştir. Çünkü bu olayla birlikte,
Hırvatların da Almanya'nın himayesi altına girmek istediklerine dair
söylentiler çıkmış ve bu da Mussolini'yi telaşlandırmıştır. Bu söylenti
gerçekleştiği takdirde, Almanya Adriyatiğe kadar gelmiş olacaktı. Bunun içindir
ki, bu söylentiler karşısında Mussolini, "Hiç kimse gamalı haç'ın
Adriyatiğe yerleşmesini hoşgörülülükle karşılayamaz" demiş ve Berlin-Roma
Mihverinin önemli şartlarından birinin de, Akdeniz'in İtalyan nüfuzu altına
bırakılması olduğunu Almanya'ya hatırlatmıştı. Almanya, kendisinin Akdeniz'de
gözü olmadığı hususunda İtalya'ya teminat vermekle beraber, Hitler'in peş peşe
kazandığı başarılar Mussolini'nin gururuna dokundu. İtalya sanki Almanya'nın
bir peyki durumunda kalmıştı. Bu sebeple Mussolini, "politik fahişe
durumunda kalamayız" diyerek, o da kendi gücünü göstermek için Arnavutluğu
işgale karar verdi ve 5 Nisan 1939 da bu niyetini Almanya'ya da bildirdi.
Almanya Mussolini'nin bu teşebbüsünü hararetle destekledi. Çünkü İtalya
Arnavutluğa yerleşince, Roma'nın, Londra, Paris ve Belgrad'la münasebetleri
bozulacak ve İtalya Almanya'ya daha sıkı bir şekilde bağlanmak zorunda
kalacaktı. Esasen bu sırada Almanya, İtalya ve Japonya arasında, Çelik Pakt
adını alacak olan bir ittifakın görüşmeleri yapılmakta idi. Böylece, İtalya
kendi bağımsız gücünü ispat etmek için giriştiği Arnavutluk anschluss'u ile
kendisini daha fazla yalnızlığa mahkum ediyor ve dolayısıyla kendi kaderini
Almanya'nın kaderine daha sıkı bir şekilde bağlamak zorunluluğu karşısında
kalıyordu. Alman ordularının Prag'a girdiği günden itibaren Bari ve Brindizi
limanlarında hazırlanan İtalya donanma ve askerleri, 7 Nisan 1939 sabahından
itibaren Arnavutluğu işgale başladılar. Arnavutluk daha 1926'dan beri
İtalya'nın nüfuzu altında bulunduğu için, bu işgal zor olmadı. 12 Nisan günü
Tirana'da toplanan bir Arnavutluk Kurucu Meclisi, Arnavutluk tacını İtalya
Kralına tevdi etti ve bu şekilde İtalya Kralı İİİ' üncü Victor Emmanuel,
Habeşistan İmparatorluğundan sonra şimdi bir de Arnavutluk Kralı unvanını
kazanmış oldu. 20 Nisan'da Roma ve Tirana hükümetleri arasında imzalanan bir
anlaşma ile, iki memleket arasında bir gümrük, para ve ekonomik birliği kuruldu.
3 Haziran'da yayınlanan bir kanunla da Arnavutluğun statüsü tespit edildi.
E) Batılıların Tepkisi-Çelik Pakt
İtalya'nın
Arnavutluğa girmesiyle Doğu Akdeniz ve Balkanlar statükosu ağır bir tehdit
altına girmiş oluyordu. Bu gelişmenin yanında, Almanya'nın da Tuna bölgesinde
Doğuya doğru genişlemekte olduğu, 1939 Şubatında Macaristan'ın da
Anti-Komintern Pakt'a katıldığı ve Almanya'nın Romanya'yı da ekonomik kontrol
altına almak için çaba harcadığı göz önüne alınınca, Mihver'in Orta Avrupa'dan
doğuya doğru yayılmakta olduğu belirli bir şekilde ortaya çıkmaktaydı.
Çekoslovakya'nın yok olması karşısında ne Fransa ve ne de Yugoslavya ile
Romanya bir harekette bulunabilmişler ve bunun sonucu olarak da Küçük Antant da
dağılmıştı. İtalya'nın Arnavutluğu işgali ise, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya
ve Romanya arasında 1934 de yapılmış olan Balkan Antantı'na ağır bir darbe
indirdi. Çünkü, şimdi kendisini Mihver devletleriyle sarılmış gören Yugoslavya,
Batılıların garantisini reddedip, Mihver'le iyi geçinme yolunu tercih etti ki,
bu Balkan Antantının etkisini kaybetmesi demekti. Bu sebeplerden ötürü,
İngiltere ve Fransa 13 Nisan 1939 da Yunanistan ve Romanya'ya garanti verdiler.
Türkiye ise tek taraflı garanti yerine, karşılıklı yardımı öngören bir ittifakı
tercih ettiği için, bu ittifakın ilk adımı olmak üzere, 12 Mayıs 1939 da
İngiltere ile bir karşılıklı yardım deklarasyonu imzaladı. Bu deklarasyon,
İtalya'nın Arnavutluğu işgaline İngiltere'nin verdiği bir cevap oluyordu. Batılıların
Mihver'in yayılmasına karşı bu kararlı politika ve davranışları en fazla
Mussolini'yi sinirlendirmiş ve İtalya'yı Almanya'ya daha fazla iterek, iki
devlet arasında Çelik Pakt adını alan ittifakın imzası sonucunu vermiştir. Bu
ittifak Batılıların tepkisine karşı, Mihver'in karşı-tepkisini teşkil ediyordu.
Berlin-Roma-Tokyo arasında bir ittifak teklifi ilk önce Almanya'dan gelmiş ve
ilk ittifak tasarısı İtalya'ya Münih Konferansı sırasında verilmiştir. Bu
tasarı, taraflardan birinin "kışkırtılmamış bir saldırıya" hedef
olması halinde, diğerlerinin her türlü yardımını öngörmekteydi. Mussolini, bu
teklifi müsait karşılamakla beraber, İtalyan kamu oyunun Almanya ile bir askeri
ittifakı kabule hazır olmaması dolayısıyla, hemen kabul etmemiştir. Bununla
beraber, bu konudaki görüşmeler devam etmiştir. Fakat bu arada Japonya ittifak
konusunda farklı bir görüş ileri sürdü. İttifak ancak Sovyet Rusya ile bir
savaş halinde uygulanmalıydı ve Japonya bakımından önemli bazı ekonomik
sebeplerle, bu ittifakın kendilerine yönelmemiş olduğu İngiltere, Fransa ve
Birleşik Amerika'ya bildirmeliydi. Halbuki Almanya bu ittifakı ileri sürerken,
Sovyet Rusya'nın doğuda daha uzun yıllar zayıf bir durumda kalacağını, oradan
bir tehlike gelmeyeceğini ve bu sebepte de ittifakın esas itibariyle Batı
Demokrasilerine yönelmesi gerektiğini düşünmüştü. Bu görüş farklılıkları
sebebiyle üçlü ittifak işi uzadı. Ayrıca, Nisan ayından itibaren Sovyet Rusya
ile Almanya arasında uzlaşma ihtimali de belirince, Almanya Japonya'nın üstüne
hiç düşmedi. Lakin Batılıların Yunanistan ve Romanya'ya garanti vermeleri ve
özellikle İngiltere'nin, karşılıklı yardım deklarasyonu için Türkiye ile
müzakerelere girişmesi Mussolini'yi sinirlendirdi. Ve ittifakın derhal imzası
için Almanya'ya başvurdu. Almanya İtalya ile ikili bir ittifakı istememekle
beraber, Hitler, Polonya ile olan Dantzig anlaşmazlığında Batılılara gözdağı
vermek ve bu suretle onların Polonya lehine müdahalelerini önlemek için, İtalya
ile ittifakı kabul etti ve 22 Mayıs 1939 da Çelik Pakt (Patto d'Acciaio) adını
alan Alman-İtalyan ittifakı imzalandı. Her iki devletin "hayat
sahası"nı sağlama amacına yönelen bu ittifaka göre, taraflar birbirlerini
ilgilendiren bütün meselelerde birbirlerine yardım edecekler ve taraflardan
biri, bir veya daha fazla devletle savaşa tutuşacak olursa, diğeri ona bütün
gücü ile yardım edecekti. Halbuki Münih Konferansı sırasında Almanya'nın
verdiği ilk tasarıda sadece "kışkırtılmamış savaş" hali söz konusu
idi. Mussolini Almanya ile ittifakın imzalanması için ısrar edince, Hitler
bundan faydalanarak tasarıdan "kışkırtılmamış" deyimini çıkartmış ve
bu suretle, kendisinin açacağı bir savaşa İtalya'nın da girmek zorunluluğunu
kabul ettirmişti. Mussolini'nin bunu kabul etmesi ise, Batılıların Balkan
devletlerine verdiği garantiyi bir onur meselesi yapması ve Batılılara her ne
şekilde olursa olsun bir cevap vermek istemesiydi. Yoksa, ittifakın imzasından
bir hafta sonra, İtalya'nın bir savaş için 1942'den önce hazır olamayacağını
kendisi söylüyordu. Çelik Paktın imzası ile Mihver'le Batılılar arasında uçurum
adamakıllı derinleşmiş bulunmaktaydı. Almanya, 27 Nisan 1939 da, İngiltere'nin
kendisini çember içine almak için çaba harcadığını ileri sürerek, 1935
İngiliz-Alman deniz anlaşmasını feshetmişti. Yine aynı gün Polonya'ya verdiği
bir nota ile de, 1934 tarihli Almanya-Polonya saldırmazlık anlaşmasını
feshetti. Arkasından, 31 Mayıs 1939 da Danimarka ile bir saldırmazlık
antlaşması imzaladı. Danimarka Napolyon'a karşı işlediği hatayı tekrar etmemek
için, Hitler'e karşı İngiltere ile işbirliğine gitmeye cesaret edememişti. Mihver'in
bu faaliyetleri karşısında Batılılar, sadece küçük devletlere garanti vermenin
yetersizliğini gördüklerinden, Sovyet Rusya ile bir Barış Cephesi ittifakı
kurmak için de teşebbüse geçtiler.
F) Batılıların Barış Cephesi Çabaları
İngiltere
ve Fransa 31 Martta Polonya'ya ve 13 Nisanda da Yunanistan ve Romanya'ya, bir
Alman saldırısına karşı garanti verdiyseler de, bu garantilerin etkili
olabilmesi için Sovyet Rusya'nın da bu iki devletin yanında yer alması gerekli
görülüyordu. Gerçekte, Fransa ile Sovyet Rusya arasında 1935 ittifakı mevcuttu.
Lakin bu ittifak sadece Almanya'nın bu iki devletten birine saldırması halini
öngörmekteydi. Halbuki, şimdi bahis konusu olan, küçük devletleri bir Alman
saldırısından korumak ve bunun için işbirliği yapmaktı. Bu sebeple, ilk önce
Fransa 9 Nisandan itibaren böyle bir anlaşma yapmak için Sovyet Rusya nezdinde
teşebbüse geçmiş ve 15 Nisandan itibaren de İngiltere Sovyetlerle müzakerelere
girişmiştir. İngiltere'nin teklifine göre, Sovyet Rusya da bir deklarasyonla
İngiltere ve Fransa'nın yaptığı gibi, Polonya ve Romanya'ya garanti verecek ve
verdikleri garantiler sebebiyle İngiltere ve Fransa saldırgan devletle savaşa
tutuşacak olurlarsa ve Polonya ve Romanya da isterse, Sovyet Rusya Polonya ve
Romanya'nın yardımına gidecekti. Sovyetler 16 Nisanda verdikleri cevapta,
mümkünse Polonya'nın da katılması ile, İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya
arasında bir ittifak imzasını, Sovyet Rusya'nın sınır komşusu olan bütün
devletlerin de katılmasıyla, bütün Doğu ve Orta Avrupa devletlerine üç büyük
devletin garanti vermesini ve birbirlerine ve ayrıca garanti verilen devletlere
yapılacak yardımın ayrıntılarını tespit eden bir anlaşmanın yapılmasını, karşı
teklif olarak ileri sürdüler. Üç büyük devlet tarafından garanti verilecek
devletler arasında Türkiye de bulunuyordu. Sovyetlerin bu teklifi özellikle
İngiltere tarafından hoş karşılanmadığı gibi, Batılılarla Sovyetler arasında
bir barış cephesi kurulması konusunda önemli görüş ayrılıkları doğurdu. Bu
görüş ayrılıkları şu noktalarda toplanıyordu:
1) Batılılar küçük devletlerin yardımına gitme
konusunda, bu yardımı bu devletlerin istemesini şart koştular. Sovyetler ise,
bu devletler istese de, istemese de, bunlara garanti, verilmesinde ısrar
ettiler. Çünkü Sovyet Rusya'ya sınır komşusu olan bu küçük devletlerin Alman
işgali altına düşmesi, bu devleti büyük bir tehlike içine sokacaktı. Halbuki,
Polonya, Romanya, Finlandiya ve üç büyük Baltık devleti, Alman tehdidi ile
Sovyet tehdidi arasında hiçbir fark görmüyordu ve Sovyet Rusya'nın, yardım
bahanesiyle kendilerini işgal etmesinden korkuyordu. Gerçekten olaylar bu
devletlerin ne kadar haklı olduğunu sonra gösterecektir.
2) Yine garanti konusunda, Batılılar, sadece
Mihver'in "doğrudan doğruya" tehdidine maruz devletlere garanti
verilmesine taraftardılar. Halbuki Sovyetler "dolayısıyla" tehdide
maruz devletlere de garanti verilmesini istediler. Fakat "dolayısıyla
tehdit"in anlamı neydi? Bu müphem ve sınırı ve kesin niteliği belli
olmayan bu deyime dayanarak, Sovyet Rusya herhangi bir Baltık memleketine
askerlerini sokamaz mıydı? Özellikle İngiltere böyle bir ihtimalden şiddetle
irkildi.
Bu iki
noktadaki görüş ayrılığı, Barış Cephesi görüşmelerini uzattı. Özellikle
İngiltere ile Sovyet Rusya'nın görüşleri arasındaki mesafe bir hayli uzundu.
Fransa ise, biran önce Barış Cephesinin kurulmasını istiyordu. Bu sebeple İngiltere'yi
Sovyetlerin görüşüne eğilmeye zorladı ve bunda da muvaffak olarak 24 Temmuz
1939 da, İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya arasında imzalanacak ittifakın
tasarısı hazırlandı. Buna göre, taraflardan birinin bir Avrupa devletiyle
savaşa tutuşması halinde veya bu Avrupa devletinin bir başka Avrupa devletine
"doğrudan doğruya" veya "dolayısıyla" saldırması halinde,
taraflar bütün güçleriyle birbirlerine yardım edeceklerdi. Gizli bir ek protokole
göre, "doğrudan doğruya" veya "dolayısıyla" saldırıya
uğraması söz konusu edilen devletler şunlardı: Finlandiya, Estonya, Letonya,
Litvanya, Polonya, Romanya, Türkiye, Yunanistan ve Belçika. Görülüyor ki,
Sovyetler görüşlerini Batılılara kabul ettirmişlerdi. Fakat buna rağmen
ittifakı hemen imzaya yanaşmadılar. İmza işinin, ittifakın tamamlayıcı parçası
saydıkları askeri anlaşmanın hazırlanmasından sonra yapılmasını ileri sürdüler
ve Batılılar bunu da kabul ettiler. 6 Ağustos 1939'dan itibaren Moskova'da,
İngiliz, Fransız ve Sovyet askeri heyetleri arasında askeri görüşmeler başladı.
Lakin Sovyet delegesi Voroşilov, daha ilk günden itibaren, Almanya'ya karşı
savaşın yapılabilmesi için Polonya'nın Sovyet ordularına geçit vermesini
istedi. Polonya ise böyle bir taahhütte bulunmaktan kaçındı. Çünkü, bir defa,
Almanya Polonya'nın böyle bir taahhüdünden haberdar olduğu takdirde, Almanya'yı
büsbütün kızdırabilir ve kendisine saldırmaya kışkırtabilirdi. İkincisi,
Polonya topraklarına giren Sovyet ordularının daha öteye gitmeyip, Polonya'da
temelli olarak yerleşmesinden korkuyordu. Polonya meselesi Moskova'daki askeri
görüşmeleri çıkmaza soktu. Olaylar ve belgeler sonradan göstermiştir ki,
Sovyetlerin 24 Temmuz 1939 ittifakını Batılılarla imzalamaktan kaçınmaları ve
Moskova'daki askeri görüşmelerde Polonya meselesini ortaya atmak suretiyle bir
anlaşmanın meydana gelmesini önlemeleri, samimiyetsiz ve iki yüzlü bir
politikanın sonucu idi. Sovyetler, bir yandan Batılılarla ittifak ve Barış
Cephesi görüşmeleri yaparken, öte yandan da Almanya ile uzlaşmak ve Doğu Avrupa'yı
Almanya ile paylaşmak için müzakerelere girişmişlerdi. Moskova'da
İngiliz-Fransız-Sovyet askeri görüşmeleri devam ederken, 23 Ağustos 1939 sabahı,
Sovyet Rusya ile Almanya'nın bir saldırmazlık paktı imzaladıkları haberi bütün
dünyada bir bomba gibi patladı.
G) Rus-Alman Saldırmazlık Paktı
Sovyet
Rusya ile Almanya arasında, İİ' inci Dünya Savaşının hemen arifesinde meydana
gelen uzlaşmanın başlangıcını tayin etmek gerekirse, bunu, Avusturya'nın
Almanya tarafından ilhakına kadar götürmek mümkün olur. Anschluss karşısında
Batılıların gösterdiği zayıf tepki, Sovyet Rusya'nın Batılılara karşı hiçbir
zaman içinden çıkarmadığı şüpheyi yeniden kuvvetlendirmiş ve canlandırmıştır.
Fakat Batılılarla Sovyet Rusya arasındaki münasebetlerin dönüm noktasını Münih
Konferansı teşkil etmiştir. Bu konferansta Batılılar Çekoslovakya'nın
parçalanmasını göz göre göre kabul ettikleri gibi bu devletle bir ittifaka
sahip olan Sovyet Rusya'yı konferansa davet etmek lüzumunu duymamışlardı.
Batılıların bu tutumuna karşı Sovyet Rusya'nın tepkisi, Stalin'in 10 Mart 1939
günü Komünist Partisinin 18'inci Kongresinde verdiği söylevde bütün çıplaklığı
ile ortaya çıkmıştır. Bu söylevin dış politika kısmında Stalin, Almanya, İtalya
ve Japonya'ya da çatmakla beraber, esas hücumlarını Batılılara yöneltmiştir.
Batılıların saldırganlar karşısındaki "karışmazlık" politikasını
şiddetle tenkit ederek, bu politikanın bir tek anlamı olduğunu, bunun da
Batılıların saldırgan devletleri Sovyet Rusya'nın üstüne saldırtmak için
çatıştıklarını, "Sadece siz Bolşeviklere savaş açınız, ondan sonra her şey
yolunda gidecektir" dediklerini söylemiş ve "Bununla beraber şunu da
unutmamak gerekir ki, karışmazlık politikasının savunucuları tarafından
başlatılan bu büyük ve tehlikeli oyun kendileri için fiyasko ile
sonuçlanabilir" demiştir. Stalin söylevinin sonunda Rusya'nın menfaatlerini
çiğnemeyen bütün devletlerle ticaret ve barış münasebetlerini kuvvetlendirmeye
kararlı olduğunu da belirtmekteydi. Nisan ayı başında Batılıların bir Barış
Cephesi kurma teklifini Sovyet Rusya bu şüpheci ve güvensizlik psikolojisi
içinde kabul etti ve müzakerelere girdi. Lakin öte yandan kendi kararını
yürütmekten de vazgeçmedi. 17 Nisanda Almanya'ya başvurarak, ideolojik
farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik münasebetleri engellememesi
gerektiğini söyleyip, bu münasebetleri geliştirmek istedi. Sovyetlerin bu
teşebbüsü ile, Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'nın imzasına varan Sovyet-Alman
görüşmeleri ilk adımını atmış olmaktaydı. Sovyetlerin bu ilk teşebbüsünün
anlamını Almanya kavramakta gecikmedi. Hitler dış politika konusunda 28 Nisanda
Reichstag'da verdiği uzun bir söylevde, Batılılara çattığı halde Sovyet
Rusya'dan ve "Yahudi Marksizm"inden hiç söz etmemişti. Bu, Hitler'in
şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şeydi. Hitler'in verdiği bu işareti bu sefer
Sovyetler cevapsız bırakmadı. On yıldır kolektif barış politikasının öncülüğünü
ve savunuculuğunu yapan Dışişleri Bakanı Maxime Litvinov 3 Mayısta azledildi ve
yerine Vyaçeslav Molotov getirildi. "Yahudi" Litvinov'un yerine
"hakiki Rus" Molotov'un getirilmesi, kendisini Berlin'in Yahudi
düşmanları nazarında şayanı kabul bir müzakereci yapıyordu. Molotov'un
Dışişleri Bakanlığına getirilmesi Sovyetlerin dış politikasında bir dönüşü
ifade etmekteydi, lakin özellikle Batılılar tarafından bu o zaman
anlaşılamamıştı. Sovyetlerin ekonomik münasebetleri geliştirme teklifini Almanya
müsait karşılamıştı. Lakin Molotov, Sovyet dış politikasının başına geçince işi
ağırdan almaya başladı. 20 Mayıs günü Moskova'daki Alman Büyükelçisi ile
yaptığı bir görüşmede, bir ticaret anlaşmasının imzalanabilmesi için, bu
hususta gerekli "politik esaslar"ın da kurulması gerektiğini
bildirdi. Yani Sovyet Rusya Almanya ile bir de siyasal anlaşma yapmak
istiyordu. Sovyetlerin siyasal anlaşma yapma şartı, bir on gün kadar Nazi
liderlerini tereddüde sevk etmiş görünüyor. Çünkü, bir İngiliz-Rus anlaşması
muhakkak görünmüş ve Almanya ile girişeceği görüşmeleri Sovyetlerin İngiltere'ye
karşı bir koz olarak oynamasından korkulmuştur. Fakat Mussolini'nin 30 Mayısta
Hitler'e gönderdiği gizli memorandumda, İtalya'nın 1942 yılı sonuna kadar
savaşa katılamayacağını bildirmesi Hitler'in kararını değiştirmesinde önemli
rol oynamıştır. Bu sebeple, Haziran başından itibaren, siyasal anlaşma
konusunda Sovyetlerle müzakerelere girişilmiştir. Lakin bu sefer Moskova
Almanya'dan şüphe ve Almanya'nın, Batılılarla yapılan müzakereleri kundaklayıp,
Sovyet Rusya'yı yapayalnız bırakmasından endişe etmiştir. Bu sebeple Sovyetler
Almanya ile müzakereleri sürüncemede bırakma yoluna gitmişlerdir. Fakat Ağustos
ayından itibaren her iki taraf için de durum değişmiştir. 6 Ağustosta Moskova'da
başlayan İngiliz-Fransız-Sovyet görüşmelerinde, Polonya'nın Sovyet askerlerine
geçit vermesinde Batılıların müsait davranmaması Sovyetleri Almanya'ya
döndürmüştür. Bunun yanında, Almanya ile Polonya arasındaki Dantzig buhranı
gittikçe şiddetlenmekteydi ve Hitler 1 Eylülde Polonya'ya karşı harekete
geçmeye karar vermişti. Polonya meselesi Almanya'yı İngiltere ve Fransa ile de
çatışmaya götüreceğine ve İtalya da savaşa katılamayacağına göre, Sovyet Rusya
ile bir saldırmazlık paktı önem kazanıyordu. Bu sebeple, Sovyetler 12 Ağustosta
Almanya'ya başvurup siyasal anlaşma görüşmelerine başlamasını teklif ettiği
zaman, Almanya buna dört elle sarıldı. Anlaşmanın müzakere ve imzası için
Dışişleri Bakanı Ribbentrop derhal Moskova'ya gitmek istedi. Fakat Moskova,
saldırmazlık antlaşmasının esasları hazırlanıp tespit edilmeden böyle bir
ziyareti kabule yanaşmadı. Böylece, bir hafta daha diplomatik müzakerelerle
geçti. Hitler ise acele ediyordu. Nihayet dayanamayıp, 20 Ağustosta Stalin'e
bir mesaj göndererek, Almanya'nın Polonya'ya karşı harekete geçmek üzere
olduğunu açıkça söyleyip saldırmazlık paktının hemen imzasını istedi. Stalin bu
isteği kabul etti ve 23 Ağustos günü öğleyin Moskova'ya ulaşan Ribbentrop
derhal Sovyet liderleri ile görüşmelere oturdu. 24 Ağustos sabahının ilk
saatlerinde Rus-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı. Bununla beraber antlaşmaya
23 Ağustos tarihi kondu. Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'na göre, taraflar
birbirlerine saldırmayacaklar, birisi bir üçüncü devletle savaşa tutuşursa,
diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmeyecek, taraflardan
birine yönelen bir devletler grubuna katılmayacaklar ve nihayet, ortak
menfaatlerini ilgilendiren meselelerde birbirleriyle temas edeceklerdi.
Antlaşma on yıl için imzalanmıştı. Pakt'a ekli gizli bir protokol, Sovyetlerin
Barış Cephesi müzakerelerindeki gerçek niyetlerini de açığa vurmaktaydı. Bu protokole
göre, Litvanya'nın kuzey sınırının yukarısında kalan Baltık bölgesi yani
Finlandiya, Estonya ve Letonya, Sovyet nüfuz alanı oluyordu. Litvanya
Almanya'nın nüfuzuna bırakılmıştı. Bununla beraber, her iki devlet, Polonya'nın
Vilna bölgesinin Litvanya'ya ait olduğunu da kabul ediyordu. Polonya'ya
gelince; bu devlet de Sovyet Rusya ile Almanya arasında paylaşılmaktadır.
Narev, Vistül ve San nehirlerinin meydana getirdiği çizginin doğu kısmı Sovyet
nüfuzu, batı kısmı da Alman nüfuzuna bırakılıyordu. Polonya'nın bağımsız bir
devlet olarak kalıp kalmayacağına, ileride duruma göre karar vereceklerdi.
Nihayet, yine bu protokol ile Almanya, Sovyet Rusya'nın, Romanya'ya ait
Besarabya'yı eline geçirmesine razı oluyordu. Barış Cephesi müzakerelerinde
Sovyet Rusya'nın, Baltık memleketlerine garanti verilmesinde ve Polonya'nın da
Sovyet askerine geçit vermesinde ısrar etmesinde, gerçek niyetlerinin ne
olduğunu bu protokol bu şekilde gün ışığına çıkarmış olmaktaydı. Sovyetler
Almanya ile bu kazançlı antlaşmayı yapınca, Moskova'daki İngiliz ve Fransız
askeri heyetlerine, 25 Ağustosta, "şartların değişmiş olması dolayısıyla"
artık görüşmelere devama lüzum kalmadığını bildirerek, aylardan beri oynamakta
oldukları komediyi sona erdirdiler.
Ğ) Savaşın Çıkması
Rus-Alman
Saldırmazlık Paktı Hitler'i, Bismarck'ın kabusundan kurtarmıştı. Almanya iki
cepheli savaş tehlikesinden kurtulmuştu. Artık Polonya meselesini kesin olarak
çözümleyebilir ve arkasından emin olduğu için de, Batılılarla savaşı rahatlıkla
göze alabilirdi. Yıllardan beri Batılıların Almanya'yı kendi üzerine saldırtmak
için çalıştıklarını iddia eden Sovyet Rusya, şimdi son anda, herhalde pek de
ahlaki olmayan bir dönüşle, Almanya'yı Batılılara saldırmakta serbest bırakmış
oluyordu. İngiltere bu durumu açık olarak gördüğünden, Rus-Alman Saldırmazlık
Paktı'na cevap olarak, 25 Ağustos 1939 da Polonya ile bir ittifak antlaşması
imzaladı. Buna göre, bir Avrupa devleti tarafından, birine bir saldırı olursa
veya kendilerinin veya Dantzig Serbest Şehri'nin, Belçika ve Hollanda ile
Litvanya'nın bağımsızlığı, yine bu Avrupa devleti tarafından "doğrudan
doğruyan veya dolayısıyla" tehdit edilirse, birbirlerine bütün güçleriyle
yardım edeceklerdi. Burada "bir Avrupa devleti" ile sadece Almanya
kastedilmişti. 31 Martta yatıştırma politikasından ayrılan İngiltere artık
zarlarını kesin olarak atmış oluyordu. Fakat İngiltere'nin 23 Ağustos Paktı'na
vermiş olduğu bu cevap savaşı önleyemedi. Almanya'nın 27 Nisan 1939 da, 1934
tarihli Almanya-Polonya Saldırmazlık Antlaşması'nı feshetmesinden sonra Dantzig
buhranı her gün şiddetini attıran bir hızla gelişti. Şimdi Batılıların da
desteğini kazanan Polonya'nın Dantzig ve Koridor bölgelerini Almanya'ya terk
etmemekte diretmesi, Almanya'yı büsbütün sinirlendirdi. Avusturya ve Südetler
meselesinde olduğu gibi. Dantzig'deki Nazi Partisinin faaliyetlerini kışkırttı.
Dantzig Nazileri Berlin'den aldıkları direktifle, Mayıs ayından itibaren
ortalığı büsbütün karıştırmaya başladılar. Bütün bu karışıklıkları Dantzig
Gauleiter'i Forster idare ediyordu. Mayıs ayının sonlarından itibaren Dantzig
Nazileri saldırılarını Polonya, gümrük memurlarına yönelttiler. Alman basını da
durmadan Polonya'ya hücum ediyordu. Tabii Polonya basını da bu hücumları
cevapsız bırakmadı. Durum gittikçe gerginleşiyordu. İngiltere ve Fransa Almanya
nezdinde teşebbüslerde bulunarak buhranın giderilmesine çalıştılar. Fakat
Hitler'i yumuşatmak mümkün değildi. Ağustos başında durum daha da gerginleşti.
Dantzig hükümetinin, birçok yerde Polonya gümrük memurlarının geri çekilmesini
istemesi, Dantzig hükümeti ile Polonya'nın münasebetlerini gerginleştirdi ve
Polonya Dantzig hükümetine karşı sert bir durum aldı. Bunun üzerine Almanya da Polonya'ya
ihtarda bulunarak, Dantzig tehdit edildiği takdirde, Polonya-Almanya
münasebetlerinin bozulacağını ve bundan da Polonya'nın sorumlu olacağını
bildirdi. Rus-Alman Saldırmazlık Paktı'nın imzasından sonra Hitler'in durumu
daha da sertleşti ve olaylar hızla akmaya başladı. Bir savaşı önlemek için
diplomatik faaliyet birdenbire arttı. Amerika Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt,
23 ve 24 Ağustosta Almanya, Polonya ve Oslo Grubu devletlerine (İsveç, Norveç,
Danimarka, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda) mesajlar göndererek barışı
kurtarmak için çaba harcamalarını istedi. Roosevelt aynı mesajları Papa Xİİ'
inci Pius ile Kanada'ya da göndermişti. Bütün bu devletler mesajlar
yayınlayarak barışın kurtarılması ricasında bulundular. 28 Ağustosta Belçika
Kralı ile Hollanda Kraliçesi, ortak olarak, aracılık teklifinde bulundular.
İngiltere son bir çaba harcayarak, Almanya ile Polonya'yı müzakere masasına
oturtmak istedi. İngiltere'nin 28 Ağustosta yaptığı bu teklife Almanya razı
olmuş göründü ve "tam yetkili" bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos
akşamına kadar Berlin'e gelmesini istedi. Açıktı ki, Hitler Avusturya Başbakanı
Schuschnigg'e 1938 ve Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Hacha'ya 1939 da yaptığını
şimdi aynen Polonya'ya da yapmak istiyordu. Fakat Polonya'nın "tam
yetkili" temsilcisi Berlin'e ancak 31 Ağustosta gelebildi. Hitler, vermiş
olduğu sürenin geçmiş olduğunu ileri sürerek bu temsilci ile görüşmeyi
reddetti. 1 Eylül 1939 sabahından itibaren, hazır bekleyen Alman orduları,
savaş ilan etmeksizin Polonya topraklarına girmeye başladı. Bu durum karşısında
Polonya, İngiltere ve Fransa'dan vermiş oldukları garantiyi yerine
getirmelerini istedi. İngiltere ve Fransa Almanya'ya ültimatom vererek, Almanya
askerlerini Polonya topraklarından çekmediği takdirde, Polonya'ya karşı
taahhütlerini yerine getireceklerini bildirdiler. Almanya bu ültimatoma cevap
bile vermedi. Bunun üzerine 3 Eylül 1939 günü İngiltere ve Fransa Almanya'ya
savaş ilan ettiler.
İİ'
inci Dünya Savaşı başlamıştı.